8 Mart’a Doğru: Bir emek sömürüsü ve mobbing alanı olarak STK‘lar
“İlle dostun bir tek gülü yareler beni…”
Pir Sultan
Bir sömürü alanı olarak okunması gereken STK’lar:
Bu yazı kaç zamandır aklımda olan ve deneyimlerden yola çıkarak hareket etmek istediğim ancak hep ötelediğim bir yazıdır. Bu zamana kadar birçok sivil toplum kuruluşunda faaliyet yürütmüş ve bir dönem de bu STK‘lardan birisinde profesyonel olarak çalışmış bir genç aktivist olarak yazıyorum bu satırları. 8 Mart‘a giderken erkek egemenliğinin bu alanda dahi bizleri ezdiği tarihe not düşülsün diye.
Uzunca yıllar yaptığım aktivizm artık benim için daha fazlası olmalıydı ve onu profesyonel bir iş olarak da kucaklamalıydım onu. „Madem bu sömürü düzeninin dişlileri arasında ezilmek zorundayım en azından istediğim yerde olayım“ demiştim. Ancak bir STK‘nın da bir fabrika gibi posamızı sıkmak isteyeceğini hiç düşünemimiştim. Bin bir iyi niyetle kurulan ve çalıştıkları alanlarda birçok iyi işe imza atan STK‘ların başarısının altında ciddi bir emek sömürüsü yattığını ancak içine girdiğim zaman anlayabilşmiştim. Gayet iyi niyetlerle dolu ve dost canlısı geçen bir iş görüşmesinin ardından zaten aktivisti olduğum dernekte işe başlayacaktım. Heyecan dorukta, artık yıllardır bir şekilde sürdürdüğüm vatandaş gazeteciliği ve gönüllü muhabirlik meselesi ciddi bir iş olarak karşımda. Üstelik tek başına haber yapmakla da değil aynı zamanda sitenin editörlüğünü alarak da.
Hiç bilmediğin bir alana adım atıyorsun ve yıllardır merak edip arzuladığın şey dev bir heyecan yaratarak tozların arasında belirmeye başlıyor. İş görüşmende hataların ve eksikliklerin olursa bunları kendine iletebileceklerini belirtiyorsun biraz eleştiriye karşı ön yargılı olduğunu da bildikleri için uygun dili seçebileceklerini düşünüyorsun. Onlardan günlük hayatta da ayrımcı cümle kurmamayı öğreneceğini… Ta ki ilk iş gününde mutfakta nefretin bini bir para olana kadar. Espriler havalarda uçuşuyor, dedikodular da onlara eşlik ediyor. Bir şekilde iş ortamına adapte oluyorsun. Bir gün tam mesai bitişinde çıkman gerektiğini ve toplantıyı saatinde bitirmenizin iyi olacağını söylediğinde „Ooo, akşam randevu var galiba, e bende gelip o randevuyu bozmazsam“ diye espri yaptığını sandığı ama özel hayatımı işgal eden tepki ile karşılaşıyorsun! Ertesi hafta rutin ofis toplantısında gerginlikler ve sanki yıllardır hiç anlatmamış gibi aynı şeyleri (Derneği kurduklarını, ne kadar emek verdiklerini) uzun uzun anlatan bir yönetim kurulu başkanı.
Müzik zevkinin dahi değiştiğini hissediyorsun ama kafanda değişimlere açık olmak ve belki de böylesinin daha iyi olacağına inandıran birşeyler var. Böylece yavaş yavaş eski inceliklerinden, cümle kurarkenki dikkatinden, yeme-içme tarzına her şeye müdahale eden bir iş arkadaşları ordusunun içinde yavaş yavaş onlar gibi espriler yapmaya başlıyorsun. İş dışında da bu insanlarla görüşüyorsun, hele bir de ev arkadaşların da bu işteyse, bak o zaman şenliğe!
Özel hayatın ve iş arasında hiçbir çizgi yok. İşin dedikodun, işin depresyon sebebin, işin umudun, işin günlük hayatın artık. Sevgililerinden tek gecelik ilişkilerine ofiste herkes her şeyini biliyor. Fetişlerin aynı zamanda ev arkadaşın da olan yakın çalışma arkadaşın tarafından partnerinin de kimliği teşhir edilerek alay konusu oluyor. Herşey oldukça bayağılaşıyor. Tıpkı yıllar evvel çocuk işçi olarak çalışmak zorunda olduğum o yazlarda olduğu gibi sanki bir hak arama derneği değil de o yağlı atölye orası. Sen de o atölyenin bir parçasısın. Öğrendiğin her şeyin sadece kürsülerde konuşulduğunu, günlük hayatı kürsülerde karşı çıktığınız o şeyleri yapmaya başlayarak idame ettirebildiğini öğreniyorsun.
İşin çakalı olup yönetim kuruluna yakın olmak şart. Yoksa bu iş yürümeyecek, ama dostça muhabbetini sevdiğin bu insanlara artık saygı bile duyamıyorsun. Ofis içi gerginliklerde söylenen sözler ve savrulan tehditler saygı duvarını artık aşmış olduğunuzun resmi. Travma haline getirdiğin aşk hikayen dahi artık bir alay konusu. Bazı çalışma arkadaşlarınızın yanında konuşulan her şey YK tarafından biliniyor çünkü onların işe alınma şartları da buymuş meğerse. Şimdi ofiste daha dikkatli olmayı öğreniyoruz.
Bir de rekabet var. Bunca yıldır kaçtığın rekabet duygusu profesyonel iş hayatında karşına çıkıyor. Yoldaş bildiğin dernekler arasında fon rekabetleri ve doğurdukları dedikodular ofis içinde de sürüyor tabi ki. Emeğini görünür kılmak adına sizin emeğinizi görmezden gelen bir dizi arkadaşınız bütün alanlarınızı işgal ediyor. Üstelik başka bir kurumda çalışan ve yıllardır özenerek izlediğiniz bir başka meslektaşınız hakkında onlarca dedikodu yapılıyor yanınızda, espri niyetine çıtır çıtır giden dedikodular bende ön yargılar oluşturuyor. Öfke doluyorum beni ilgilendirmeyen konulara. Nihayet yıllardır kaçtığın nefret ve rekabet içinde, bunu artık biliyorsun. Nefret ettiğin o meslektaşınla rakip olmalısın. YK‘dan en yakınında bulundukların sana bunu söylüyor hep, içki masasında ya da ofis toplantısında.
YK’dan sorumlular ajanlaştırma politikalarının hesabını ödememek için çalışanların birbirileri hakkında söylediklerini anlatıyorlar kulislerde. Bir de üstüne çalışanların performanslarını değerlendirirken kendilerine tepki duyanlara özel olarak eğiliyorlar. „Tıpkı bir fabrikada yönetime tepkili olan işçiler gibiymişiz“ diye düşünmeye başlıyorum bu yaşadıklarımla/yaşadıklarımızla. Patron her yerde patron! Çünkü işçiler bir sorundan bahsettiklerinde, YK üyeleri „Sen de şu işi düzgün yapmadın“ demeye başlıyor.
Artık yoldaşlık ve gönüllülük duygumu tamamen yitirdiğimi ve iş yerimin bana bir cehennem gibi gelmeye başladığını farkediyorum. Mutfaktaki çay sohbetlerinin alay konusu ya da dedikodu konusu benmişim gibi geliyor. Şüphesiz ki ben de diğer işçiler gibiyim. Ajan konumuna da getirilebilirim. Dedikodunun en acımasızını da yapabilirim.
Kendimi daha politik bir yaşama adamak ve hak savunuculuğunu hayat tarzım haline getirmek isterken nerelere geldim. Şüphesiz işten ayrılmamın ardından da aynı mobbing ve dedikodu ağı devam ediyor. Benden önce işten çıkarılan bir arkadaşım için YK üyeleri benim yanımda konuşmasalar da diğer çalışanlardan bir şekilde duyuyorum. 10 yıl önce başka bir STK‘da çalışan kadın bir aktivist için söylenenler aklıma geliyor.
Çalışanın performansından memnun değilsen bunu kendisiyle en uygun dilde paylaşman gerekir. Ancak kapitalist çalışma koşulları burada da işliyor aslında. Mobbing, emeği görmezden gelmek, emeği değersizleştirmek, „para veriyoruz“ diyerek emeği sömürmek… Bir de bunlar yetmezmiş gibi insan haklarından bahsetmek…
Projelerin insanlardan daha değerli olduğu, çalışanı işten ayrılırken YK üyesinin aklına ilk gelenin ofis bilgisayarı olduğu bir dünya. Sırf „STK’nın bekasını korumak“ adına… Bana devletin bekasını korumak adına neler yaptığını hatırlatıyor bu durum. Çok mu acımasızım? Peki bu durumu daha önce benden daha travmatik şekilde yaşamış onca STK çalışanı ve hala yaşıyor olanlar, onlar da mı çok sekter ve acımasızdı?
Bilmiyorum, bilemiyorum. Herkes her şeyi söyleyebilir. Çalışma performansınızın kötü olması hiçbir patrona, iş arkadaşına ya da YK üyesine dedikodunuzu yapma, mobbing uygulama ve sizi aşağılama hakkı vermez. Hele de bir STK’dan, insan hakları örgütünden bahsediyorsak. Ortada bir sorun varsa bunun düşmanca değil en yoldaşça biçimlerde dile getirilmesi ve kolektif bir biçimde çözülmesi gerektiğini düşünüyorum. Zaten patronların işçilerin „ahlaksızlığından“ dem vurmaya hakları olduğunu da düşünmüyorum.
Bu yazıyı yazmadan önce oldukça uzun bir zaman diliminde düşündüm. Başka STK çalışanları ile görüştüm. İrili ufaklı, aynı alanda ya da farklı alanlarda çalışma yürüten STK‘larda çalışan başta eşcinsel, biseksüel, trans ya da natrans heteroseksüel kadınlardı bunlar. Erkek egemen algının, iktidar arzusunun ve sonu gelmeyen egolar savaşının tek mağduru olmadığımı gördüm. Bu yazı, STK’larda ya da çeşitli hak temelli faaliyet yürüten kurumlarda çalışan ve benzer durumlardan muzdarip olan insanlardan birisinin sözü olarak tarihe geçsin.
Ülkenin içinden geçmekte olduğumuz sürece çatlayan sesleri çoğaltıp yalnızca egemenlerin sömürüsüne değil muhalif gurupların sömürüsüne de #Hayır demiş olalım.
Not: Kişinin ya da çalıştığı kurumun ismi bu yazıda bilinçli olarak paylaşılmamıştır. Bu alanda dedikodu düzeyindeki şeyler dışında doğru düzgün bir şey yazılmadığını düşündüğüm ve esas amaca hizmet etmesi amacıyla direkt kurumu teşhir etmek yerine anonim olarak deneyimimi paylaşıyorum. Bu yazının tek amacı iktidar algısının ne denli içimize işlemiş olduğunu ve esas mücadeleye kendi kişiliğimizden ve kurumlarımızdan başlamamız gerektiğini anlatmaktır.