Ataerkil Zihniyete Karşı Örgütlen (Dersim’den izlenim)
Günler günlere döndü bizde Munzur’un kadınlarına ses verdik. Dersim’in buza kesmiş sularını takip ederek, dağ köylerini dolanırken; yiğitliğin sol köşesine oturup da bekleyen ezilmişliğin acının yok sayılmanın sesiydi bu… Göz kapaklarının üst kıvrımların da gizli acıya inat, dudak kenarlarını saran umudun ışığın da konuştuk birçoğu ile… Her biri farklı bir hikâye yaşamıştı ömürlerince ancak ne acıydı ki aynı sona yönelmişti gül çalınmış yüzleri. Kan kesilmiş Dersim topraklarında yeşertmek için inatlaşmışlardı elbet ama Dersim’in dört dağ içinde olması değiştirmemişti ataerkil sistemin üstlerine yığdığı o ağır yükü. Hepimiz gibi onlar da “öğrenmişti” baba, koca, abi yanında konuşmamak gerektiğini, politik tartışma da neyin nesiydi, festivalmiş, panelmiş bize göre değildi! Görevlerimiz vardı çocuk bakmak, ev temizlemek, tarla çapalamak hayvanlara bakmak, elbet bunlarda dünyanın en “önemli” görevleriydi!
Dersim’e ilk girdiğimiz de karşıladı bizleri güleç anaların güneşin o sımsıcaklığından aldığı gülüşleri. En içtenlikleriyle hazırdılar o yılarca kan kusturulan bağırlarına basacaklardı bizleri… Emeğin en güzel en eski yüzleriydi bu yüzler. Belliydi her hallerinden ve elbette o nasır dolmuş toprak kokan ellerinden… Girdiğimiz birçok evde geçmişin değişmeyen yüzünü görmeye başladık. Analarından öğrendikleri gibi ağırlamak için koşuşturdular bizi ve elbette köşelerinde oturmuşta işlerini yöneten ağabeylerini, babalarını ve kocalarını hiç unutmadan/unutamadan. Gazetemizi verip sohbet etmeye çalıştığımız birçok kadınla aramızdaydı erkekler. Her söze karışmak ve kadının her işine müdahale ederek bize üstünlüğünü kanıtlamak “bilinci ile kuşanmışlardı”. Biz bu zihniyetin tüm çabalarına inat konuştuk birçoğuyla ve bambaşka hikayeler çıktı karşımıza.
Devlet, abi, enişte ve Emek
En dikkatimi çeken hikayelerden biri 16 yaşındaki Emek’ti. Emek, tanışıklığımız süresince (konuşmaya çok ihtiyacı vardı sanıyorum) hemen derdini anlatmaya başladı bize. Yaklaşık 20 dakikalık sohbetimiz sırasınca göz göze gelmek için çok çabaladıysam da pek başarılı olmadım… Emek, gözü yerde okulu bıraktığını söyledi önce. Neden sorusunun ilk cevabı “kendim istedim” olmuştu. Oysa gülmeye çalışan yüzünde, acı inatla diretiyordu. Sonra neden istediğini sorunca başladı anlatmaya: ailesinden gizli arkadaşlarıyla Elazığ’a gittiğini ve ailesinin bunu haber aldığını söyledi. Ardından şöyle gözünü hafif kaldırıp yüzlerimizdeki tepkilere baktı. Bizim onu yargılamadığımızı anlamış olacak ki devam etti. “Sevgilime gittiğimi düşündüler, abim ‘adın çıkacak’ dedi, ben de o yüzden okulu bıraktım” dedi.
İşin özeti aslında elbette o bildiğimizdendi. Emek 16 yaşındaydı, abisi ve eniştesi onu okuldan alıp eve hapsetmişti. Ve bunun meşruluğuna da emeği öyle bir inandırmışlardı ki; yüzünü yerden kaldırmamayı başarmışlardı… Bu hikâyelerden biriydi. Ezberimizin bozulduğunu da söyleyemeyiz elbette.
Dersim’deki askeri “cuntadan” en çok etkilenen de yine kadınlardı. Okuma yazma bilmeyen birçok kadınla da karşılaştık. Hatta bir tanesi (30 yaşlarında) yaşadıkları dağ köylerinin yakının da bulunan okulun yandığını ve ailesinin de dışarı gönderme durumu olmadığı için okuyamadığını söyledi. Oysa erkek kardeşleri gidebilmişlerdi okula. Ve elbette bölgenin en büyük sorularından biri olan her tepeyi tutmaya yeminli karakollar. Birçok kadın bu karakollardan dolayı akşam 7’den sonra dışarı çıkmadığını askerlerin sürekli kontrollerinden rahatsız olduklarını ısrarla belirtti.
Başta da söylediğimiz gibi birçok kadınla direnmenin gerekliliğini konuşma fırsatımız oldu. Her biriyle yaşadıkları baskı ve zulme rağmen (elbette ki onların da çabaları ile) direnmek gerektiği konusunda uzlaştık. Baskının, zulmün her türlüsünü yenmenin yolu onlara karşı savaşmaktı. Biz kadınlar, ancak bir olunca güçlüydük tüm gücüyle birleşip üzerimize kar boran saldıran ataerkil sisteme karşı. Ve bu doğrultu da yapılacak en iyi şey elbette ki örgütlenmek olacaktır.
(Dersim’den bir YDK’lı)