Gerçeklikten öyküye: Fıstık ağacına takılan ERK-EKLİK
Urfa Hapishanesi’nden tutsak YDK’lı “erk-ek idare”nin yasaklarını kaleme aldı.
Fıstık ağacına takılan ERK-EKLİK
Orası, postaneden kilometrelerce uzaktaydı. Etrafı fıstık ağaçları ve sarı toprakla çevrili mekanın bütünlüğüne inat dikilen yapıya, sabah saat sekiz oldu muydu yüzlerce insan akın ederdi laciverdin en koyu tonuyla. Bu rengin tonu kişilerin yüzlerine de yansıyordu, yüzler yapıya yakınlaştıkça tekleşiyor; yapıda tutulan binlercesinin renklerini de beraberinde yutmaya doğru birer birer demir kapıdan içeriye giriyorlardı. Tekleştirme zincirinin son halkasıydılar, kimisinin rengi henüz kaybolmamış kimisi ise halkayı tamamlamak için son kuvvetlerine dek kendilerini adamışlardı. Adanmışlıkları kendilerini bağlayan başka zincirlerle alakalıydı; zincirin halkası, zinciri oluşturan fikriyat… Aile zincirin bir halkasıydı misal, tıpkı okul, hapishane ve bilumumu gibi. Zincir halkaları birbirine bağlandıkça onu oluşturan fikriyat kendini garanti altına alıyordu. Fıstık ağaçları ve sarı toprakla çevrili mekanın ortasında yükselen yapıdakiler bu zinciri parçalamak isteyenlerdi, binlerden biriydiler. Ve binlerden birileri, yapının dışındakiler ile aynı fakat daha sistemli zincir tamamlama uygulamaları ile karşı karşıyaydılar. O kadar benzerdi ki her şey…
Neyse postaneye dönelim…
Düşün Seli
Gönderici kişisi bir mağazaya girdi. Çocuğu, eşi, arkadaşı… Kısacası bağı olan herhangi bir kişinin kıyafete ihtiyacı vardı. Çeşitli giysi parçalarının renk cümbüşünde buldu kendini. Derdi ihtiyaçları satın almak, alırken belli renkleri tercih etmemek –belli renkler yasaktı göndereceği yere- tercihlerini alıcı kişinin kendisini iyi hissedeceği yönünde yapmak ve meseleyi biraz da ucuza halletmekti. Malum ekonomik kriz günleriydi de… Yüzde bilmem kaç indirimli mağazayı da bu nedenle tercih etmişti. İndirim kandırmacasını etiketlere baktıkça fark etmesi uzun sürmedi. Şaşırmadı, yaşamsal her ihtiyaç böyleydi. Sosyal aktiviteler zaten lükse giriyor, yaşamsal ihtiyaçları karşılamak ise borçlanmalarla mümkün oluyordu. Ekonomik krizi düşünürken “kredi kartı mı, nakit mi?” dedi kasiyer ve seçtiği parçalar kasadan geçerken tereddütsüz “kredi kartı” dedi.
Evde ve işyerinde görünmez kılınan emeğinin cebine yansıması buydu işte: Kredi kartı. Karttan çıkanlar aybaşında ya da ortasında taksit taksit bu emekten elde edin(e)mediği kağıt parçalarından giderilecekti. Ödemenin zamanı gelinceye dek sorun yoktu, ihtiyaçlar giderilmişti. Temel mesele işten çıkarılmamaktı; ötesinde mesaiye kalır, fazla çalışırdı, eksik kalan ihtiyacı tamamlamak adına. Çalıştıkça cebindeki delik daha da büyürdü oysa. Malum enflasyon var bir de. Bir de evdeki mesele vardı tabii… Ücretsiz yaptığı ve doğal görevi sayılanlar. Yaptığı iki çocuğun ardından “üç çocuk” daha bekleniyordu. Her şey yeni doğanların ileride oluşturacağı ucuz iş gücü ordusunun ekonomik krizi giderme potansiyeli ile alakalıydı. Kendisini kurtarıcı gibi hissetti, memleketi istikbali onun doğuracağı çocuklara bağlıydı. İstikrar onlarla sağlanacaktı. Üstelik birileri 15 çocuk yaparken onun yalnızca iki çocuğunun olması ülkenin birlik ve bütünlüğünü de tehlikeye atıyordu: Nefret tohumları kafalara bir bir ekiliyordu. Şovenizm rüzgarı esti bir fırtına gibi. Erkek akılla beraber rüzgar şiddetlendi. Gönderici kişisi üşüdü.
Bedeni ucuz işgücüydü, kuluçka makinesiydi, şiddet ile sürekli kontrol altında tutulmaya çalışılıyordu. Postaneye doğru yürürken düşündükçe daha pek çok şey çıkıyordu ortaya. Görevli memura “kargo” deyip giysileri verirken şiddetli rüzgar sonrası toplanan bulutların yağmuru düşün seline dönüştü.
Pembe otobüs koridoru
Postaneden çıkan kargo pek çok şehrin kokusunu üzerine sindirerek fıstık ağaçlarının arasındaki yapıya ulaştı. Yapının içerisindeki bir kapının göğüs hizasına gelen penceresi açıldı -mazgal denen bu pencereden kişilerin asgari olarak yaşamsal ihtiyaçları karşılanır- ve ismi seslenildi. Kargo, alıcıya haber verilmişti.
Şimdi heyecanlı bir on, bilemedin on beş dakika başlıyordu! Kapı açılacak, üzeri aranacak ve koridora çıkması ile “aksiyon” başlayacaktı. “Aksiyon” hali koridorda herhangi bir erkek kişisi olup olmamasına bağlıydı. İki cins aynı koridordaysa kadın ve erkek kişisi durduruluyor, taraflardan birinin “güvenli” geçişi sağlanıyor, olay örgüsünde bir aksama olursa aksiyon paniğe dönüşüyordu. Kadına yönelik şiddetin cinsel halini önlemek amaçlı pembe otobüsler icat eden zihniyetin koridoruydu burası. İki cinsi yan yana getirmeyerek şiddeti önleme görüntüsü veren aklın tezahürü koridordaydı. Aksi takdiri kadının sorumluluğundaydı her zaman. Nasıl kadın o sokaktan, o saatte, o kıyafetle geçerse uğrayacağı şiddet olayı kendinden menkulse koridordaki kadının da sorumluluğu aynıydı. “Namus” burada görevliye emanetti; görevli ise temel felsefesini “Erkek görürseniz kaçınız” eylemişti! Koridorda herhangi bir “tehdit unsuru” ile karşılaşmadan ve “namusu”na zarar gelmeden kargosunun teslim edileceğini bölgeye giriş yapan kadının kıyafetleri kontrolden geçerken birinin köşeye ayrıldığını fark etti. Esas aksiyon burada başlıyordu!
Kargo…
Anlamadı önce. Neden kazak ve pantolonlar verilmişti ve “güvenliğe tehdit” olarak görülmemişti de o bez parçası masanın diğer tarafında konulmuştu? Meraklandı, gözleri görevli ve etek adı verilen o bez parçası arasında gidip geldi. Aynı anda “Onu vermeyecek misiniz?” sorusu çıktı ağızdan.
Gerilimli saniyelerdi, sonuçta aksiyon sahnesiydi. Görevli “Bunu soracağız” dedi. Etek dizin az biraz üstüne gelecek hizadaydı, mesele de buradan kopmuştu! Görevlinin sorduğu yer ise, maazallah pembe otobüs koridorunda bu etek nedeniyle bir vukuat olursa nasıl müdahale ederiz düşüncesindeydi. Bu düşünce kadını bir yandan öfkelendirirken gülme isteği de yarattı. Öfkelendi; Maçka Parkı’nda kıyafet nedeniyle şiddete maruz kalan kadının karşılaştığı aklın aynısıydı bu. Gülümsedi; bir bez parçası ne kadar da paniğe neden oluyordu. Namusu tanımayan birinin “namus”u dert olmuştu birilerine. İşte şiddetle mücadelesi buydu onların: Kadının o sokağa çıkmaması, o saatte o kıyafetle dolaşmaması… Kadına yönelik şiddete karşı kadın kimliğini, bedenini sakınarak saklayarak koymalıydı! Kısacası olay kadından bitiyordu her türlü. “Beden benim sana ne, istediğimi giyerim kime ne” minvalindeki cümleler ağızdan dökülürken etek emanete, aileye teslim edilmek üzere verilmişti bile.
Ceza
Yaşanılan bu olaylar dizisi ile dışarı ve içerinin benzerliği vuku bulurken kadın küçük pencereli kapının ardına tekrar konulmuştu. Olayın oluş tarihi manidardı, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü’nün birkaç gün öncesiydi. Yapının dışındaki kadınlara ses vermek için uzun zamandır yazmayı planlıyordu, kafasında toparlayamadığı cümleler yığını yaşadığının etkisi ile önüne aldığı kağıda ardı sıra dökülmeye başladı. Mağduriyetleri yazdı, buna karşı oluşan direnişi, direnişin giderek daha geniş kadın kitlelerinde can buluşunu. Şiddeti sıradanlaştıran siyasi konjonktüre karşı, olağanlaştırmamayı… Rahatlıyor, öfkesini şekil kazandırdığı cümleler bütünüyle örgütlüyordu.
Mektup zarfa konuldu, ilgili adrese gönderilmek üzere verildi küçük pencereden. Birkaç gün sonra eline mektubun gönderildiğine dair kağıt parçası geçmesi gerekiyorken soruşturma kağıdı ulaştı. Yazdıklarına el konulmuş, dışarısı ile birleştirmeye çalıştığı sesi kısılmaya çalışılmıştı. Şiddete karşı koyan her kadının cezalandırılmasını şart koşan akıl, onu iki aylık yapı etkinliklerinden alıkoyarak burada da kendisini esirgememişti.
O zaman yazmaya devamdı. Demek ki doğru yapıyordu. Düşün selinin erki yıkıp geçmesinin yollarından biri de buydu belli ki. Yapıdaki erk-erkliği fıstık ağacının ötesine göstermek gerekti.