Aşk çok politik bir konu arkadaşlar. Duygularla sınırlandırılamayacak, iki kişinin arasındaki duygusal ve cinsel etkileşim hali ile açıklanamayacak kadar derinliğe sahip.
Öğretilmişliklerle yaşadığında yaşamını körelten, öğretilmişliklerinden vazgeçme girişiminde bulunduğunda özgürleşmenin yolunu açan bir mevzu. Bu nedenle yaşanılan deneyimlerin paylaşılmasını, paylaşılan deneyimlerin irdelenmesini önemli buluyorum.
Tabiki yargılamadan, yargılanmadan… Aksi kadın dayanışması ve mücadelesinden alınacak gücün önünü kapatmaktan; dahası özgürleşmenin değil, tutsaklaşmanın yolunu açmaktan başka bir anlama gelmiyor. Bütün ve özel arasındaki kopmaz bağ, kadın mücadelesinin bütüne dair verdiği savaşımın özelde de mümkün kılınmasını zorunlu kılıyor. Bütüne dair savaşım verirken özelimizi es geçmek ya da tam tersi, bir adım ileri gittiğimizi düşündüğümüz her konuda geriye dönüşün yolunu açıyor. Buna dair tarihimizden alabileceğimiz yığınla örnek, deneyim var. Bütünlüklü bir mücadele özgürlüğümüzün yolunu açabilecek yegane seçenek.
Nefret her yerdeyken…
Neyse ne demiştim yazının başında?
Aşk çok politik bir konu!
Onur Haftası yaklaşıyor malumunuz üzere. Gökkuşağının yedi rengine karşı duyulan nefretin yaşamımızın her alanında daha görünür kılınmasının sebebi de bu olsa gerek. LGBTİ’lere dönük nefret, yok sayma ve yok etme politikaları zaten sürekliyken Onur Haftası’nın yaklaşması ile birlikte daha saldırganlaşıyor; LGBTİ’ler hedef haline getiriliyor. Bu her sene yaşanan bir olay, yabancısı değiliz… Kimi zaman kişi, kimi zaman bir devlet kurumu aracılığıyla yürütülen bu sürecin bu seneki aracısı Diyanet oldu. Ardısıra birçok yerde nefret saldırıları yaşanmaya başladı. Heteronormatif ve ataerkil sistemin LGBTİ ve kadınlara dönük saldırılarının böylesi boyutlandığı bir süreçte, Orlando Katliamı’nın 4. yılında yitirdiklerimizi anmak, nefret saldırılarını protesto etmek için 12 Haziran’da; kadın katliamına karşı ise 13 Haziran’da eylemdeydik.
Devletin LGBTİ’lere karşı ürettiği nefret politikalarının ne kadar temel bir gündem olduğunu Kadıköy’de gerçekleştirdiğimiz eylemde de gördük. Eylemin kaymakamlık tarafından yasaklanması LGBTİ’lerin görünmez kılınması isteminin bir sonucu olduğu kadar, esasta ezilenlerin birlikte mücadele hattına nefret tohumları ekme politikalarının bir yansıması. Bugün devlet LGBTİ’ler üzerinden ürettiği saldırı pratikleri ile ezilenleri kutuplaştırma siyasetinin önemli bir parçasını örüyor.
Aşkın politize olma hali tam da burada karşımıza çıkmıyor mu? Heteronormatif sistemin normalleri üzerine kurulu ilişki biçiminin dışına çıkıldığında tehlikeli sularda oluyorsun, sistemin kendi varlığını tehlikeye atmış oluyorsun. Aşk ancak heteroseksüel olduğun sürece “normal” oluyor… Ataerkil sistemin kadın ve erkeğe yüklediği normlarla yaşama zorunluluğu da meselenin diğer yanı. Erkeklik ve kadınlık rolleri ile kuşatılmışlığımız, aşkın tahakküm ilişkilerinin bir parçası olma halinden öteye geçmemesine sebep oluyor. Cinsel yönelimimizden bağımsız olarak “aşk”, ataerkinin yüklediği misyonlarla üretilen kadınlık ve erkekliklerin üretildiği alanlardan ibaret bir yere sahip oluyor.
Heteroseksüellik öğretilmişlik midir?
Hal böyle diye aşk hayatımızda olmasın mı?
Böyle birşeyi savunmuyorum. Yaşamımızın bütünü mücadele alanı. İlişkilerimiz de bundan bağımsız değil. Dolayısıyla ikili ilişkiler de politik bir konu ve mücadelenin bir parçası.
Neyse, esasta son birkaç yıldır kendime dair yaptığım sorgulamalara değini yapmak istiyordum burada. Ancak her zamanki gibi girişi biraz uzun tuttum sanırım… Daha fazla uzatmayayım.
Yaşamının büyük bir bölümünü heteroseksüel olduğunu düşünerek geçiren, son 4 yıldır ise aslında heteroseksüelliğin öğretilmişlik olduğunun farkına varan biri olarak yazıyorum size. Netlikle şunu söyleyebilirim ki: Cinsel yönelimimiz ikili cinsiyet sisteminin öğretilmişlikleri ile belirleniyor. Yani birine karşı cinsel-duygusal ilgi duyma durumumuz öğretilmişliklerin etrafında gelişiyor. Bu öğretilmişlik ise ikili cinsiyet sisteminin “normal” kıldığı erkek-kadın ilişkisinden besleniyor. Bu kalıbın dışına çıktığında “öteki” oluveriyor, saldırı mekanizmalarına açık hale geliveriyorsun. Bu saldırganlığın sömürücü sistemle de ilişkisi var elbette. “Yeniden üretim” merkezleri ailenin sömürücü sistem içerisindeki konumunu incelemek bunun için yeterli. Sömürücü, heteronormatif ve ataerkil sistemin iç içeliği, ezen-ezilen ilişkisini sağlama almak adına bu ilişki biçimine tehlike arz eden her şeye saldırı politikalarını boyutlandırarak cevap veriyor.
Duygusal-cinsel anlamda sadece erkeklere ilgisi olan bir kadın olmak… Yada tam tersi… Üreme meselesinden belirlenen aşkın “normal”inin mevcut sistemin varlığıyla alakalı olduğu çok açık değil mi? Üreme gibi çok teknik bir konu cinselliğimiz ve duygularımız üzerinde hükmeder kılınıyor.
Öğretilmişliklerin ve kalıpların ardına çıkabilmek
Öğretilmişliklerden, kalıplardan çıkmak istemek… Cinselliğim ve duygularıma hükmeden her kalıptan sıyrılmak… Tam olarak istediğim şey bu sanırım. Kendimi herhangi bir tanıma sığdırmak istemiyorum.
İçsel tartışmaarım devam ediyor elbette… Ne istediğimi-istemediğimi tartışırken kendimle bir ilişkiye dair, bunda karşımdaki kişinin cinsinden bağımsız bir iç kavga hali hakim. Herkesi severken birinde “özel” kıldığım sevginin, duygusal açıdan tatmin ediciliği yaşamı birlikte üretebilme haliyle alakalı sanırım. Üreme gibi teknik bir konu ile sınırlandırılmış aşklara karşılık,eşit,özgür,cinsiyetsiz bir dünyayı üretmeyi özel olanda da önüne koyan bir aşk daha çekici geliyor. Heteronormativizm ve ataerkinin gölgesinde kalıp onunla kavga etmeyen bir aşk, tutsaklık değil de nedir?
Onur Haftası gün gün yaklaşırken aşkı özgür kılacağımız günler için gökkuşağının tüm renklerini her yere değdirelim istiyorum! (Evin Diren)