Gever’de yapılacak çok iş var daha!
Öncelikle özeleştirel başlamak istiyorum yazıya. Gever’den döneli 10 gün kadar olduysa da henüz hiç bir şey yazamadım. Bunun sebebi her ne kadar olanları yeni sindirebiliyor oluşum da olsa, yine de yazılması, ertelenmemesi gereken bir yazı. Çünkü anlatılmaya en çok da Gever’in ihtiyacı var!
Bizler YDK (Yeni Demokrat Kadın) olarak karar altına aldığımız savaşın ve yıkımın olduğu iller de dayanışmaya, çalışmalara katılma kararı almıştık. Bu doğrultuda bizler de İstanbul’dan Gever yolunu tuttuk. Van’a kadar herhangi bir sorun yaşamadık. E tabi İstanbullardan geldik, sorunsuz olur mu hiç! Gever girişinde takıldık kontrol noktalarına. “Batı”dan geldiğimiz için hem de Kürt olmadığım için “doğallığında” araçtan indirilip neden geldiğimiz, nereden geldiğimiz, ne iş yaptığımız gibi bir sürü sorular yağmaya başladı. Sözde bizi korumak içinmiş, bunca insanın canına kastetmemişler gibi. Yaktıkları yıktıkları şehri yeniden inşaya gelmiyormuşuz gibi. Çok dikkatli olmamız söylenip devam ediyoruz yola.
10 dakika sonra yine kontrol noktasıyla karşılaşıyoruz. Bu kez karşımızda polis “arkadaşlar”. Yine GBT yapılıyor ve yine biz indirilip sorguya çekiliyoruz. Bu sefer farklı, öğretmen misin deniyor. Çünkü Batı’dan geliyorsan bir tek “zorunlu” olarak meslek icabı gelinebilirmiş gibi. E tabi araçta dalga konusu oluyoruz. Kürdistan’a vizesiz, pasaportsuz gelinmiyor diye. TC devleti aslında kendi fark ettiriyor bize Kürdistan’a geldiğimizi. Yine aracımıza binip devam ediyoruz yolumuza.
Yüksekova’nın Belediye Garajına geliyoruz. Burada gönüllüler için kurulmuş çadırlar ve çalışma alanları var. Yoğunluğun ortasında buluyoruz kendimizi. Bu yoğunluğun temelini kadınlar oluşturuyor. Her yerde, her işte emekleri var. Barış İçin Kadın Girişimi’nin çağrısının çok etkisi olmuş. Hemen arkadaşlarla tanışıp biz de bir şeylerin ucundan tutmaya çalışıyoruz. Burada en yoğun olan yer bilgi işlem. Biz de tutulan evrakları geçirmeye başlıyoruz bilgisayarlara. Evraklarda evde kaç kişi yaşandığı, evin hasar durumu, ihtiyaç listesi gibi şeyler belirlenmeye çalışılıyor. En ilginç olanı evin hasar durumu, çünkü tamamıyla yıkılmamış ya da tamamıyla yanmamışsa ev çok hasarlı olmuyor, tabii biz bunları dağıtıma çıktığımız gün öğreniyoruz. O geceyi çadırımıza yerleşerek bitiriyoruz.
İkinci gün başlıyor, burada her şey çok planlı. 7:30’da kalkıyoruz. 8:30 gibi kahvaltı yapıp işlerimize koyuluyoruz. Biz dağıtım ekibindeyiz. Gideceğimiz mahalle Mezarlık Mahallesi, “en az hasar” görmüş mahalle. En az demişken halkın çoğunluğu evinde kalamıyor ya da kalmaya çalışıyor. Çünkü başka çaresi yok. Hepsinde mermi, kurşun, top izleri var. Bir tarafları yıkılmış “onarılabilecek” evler. Evlere girmeye başlıyoruz, formları doldurmaya çalışıyoruz. En zor işlerden biri de bu belki de. İnsanların hiç bir geliri yok ve yardım bekliyorlar. Biz bu durumda insanları ihtiyacı var, çok ihtiyacı var olarak ayırmak zorundayız. Çok fazla insanın, yardımların ise çok sınırlı olduğu noktada bunu ayrıştırmak çok zor oluyor.
Bu çalışma içinde çok iyi tepkilerle karşılaştığımız gibi savaş ve yıkımın etkisiyle tepkiler yer yer sertleşebiliyor tabii. Öğlene doğru dağıtımı bitiriyoruz. Savaşın “daha sert” geçtiği mahalleleri görmeye gidiyoruz. Bunlardan biri Cumhuriyet Mahallesi. Mahallede kimse yaşamıyor, sağlamlık kelimesi söz konusu olamazken ayakta kalan binalar bile sınırlı sayıda. Bunlar savaşın mağduriyeti değil. Devletin acizliği! Elindeki tüm gelişmiş silahıyla, topuyla, tüfeğiyle savaşın sürdüğü mahallelere giremeyip, mahalleleri kimyasallarla yok ediyor! Bundadır böylesi korkusu, bunun görülmesi, duyulması devletin acizliğini gözler önüne serilmesi, korkuyor Batı’ya yansımasına.
Güngör Mahallesi de savaşın en yoğun yaşandığı yerlerden bir tanesi. Buradaki insanlarla sohbet etmeye başlıyoruz. Bir kadın bize evini gezdiriyor. 3-4 katlı bir bina, hasar görmemiş, yıkılmamış odası yok. Askerler bu kadının evinde 3 ay boyunca kalmışlar. İstedikleri gibi kullanmışlar. Kimse artık buna şaşırmıyor. Fakat kadının yatağının üzerinde “günlük” bulunuyor. Gün gün yazılmış ama sadece kadın bedenini aşağılayan, cinsel içerikli hakaretlerden oluşan kağıt parçaları. Savaş esnasında bile kadın bedenini aşağılamayı bırakmayan bir zihniyet var. İnsanların en çok da bu yaralıyor. Evin küçük kızı bir not bırakıyor. “Lütfen eşyalarımızı yakmayın, koltuk takımının taksiti bitmedi. Nolur.” Görünce donup kalıyoruz tabii, ne desek az kalıyor çünkü, yetersiz. Kadınlarla biraz daha sohbet edip Belediye Garajına dönüyoruz.
Bir şeyler karalama çalışıyorum, olmuyor. Fakat yazılmalı, duyulmalı, ses verilmeli. Ama Gever açısından durum böyle olmuyor. Basına neredeyse hiç yansımamış. Basından kast ettiğim elbette ki burjuva basın değil. Özgür basın dahi sessiz kalıyor, duymuyor, görmüyor. Belli Kürt gazeteleri ve bir kaç gazete daha. Haberimiz olmadığından gitmiyoruz ya Gever’e. (Sonuç olarak bu bir bahane değil)
Ne kadar geç kaldığımızı oraya gidince fark ediyoruz. Sabah yola çıkacağız. Gelirken ne kadar büyük kaygılar taşıdığım yerden, şimdi gitmek istemiyorum. Gitmek çok zor geliyor. Bunca insanın yardıma ihtiyacı varken ve böylesi güzel insanlar orada bulunurken. Herkesle ayrı ayrı vedalaşıyorum. Bir daha gelmek üzerinden sözleşiyoruz. Aracımıza biniyoruz. Henüz Ağrı’ya yeni gelebilmişken GBT’ye takılıyoruz. Kaç tane GBT den geçmiş, herhangi birinden bir sorun çıkmamışken Ağrı’da aracımızdan indiriliyoruz. Aracı tutuyorlar, sonrasında bizi indiriyorlar. Geceyi orada geçireceğimizi söylüyorlar. Sonrasında ayak üstü sorguya çekiyorlar. Neden geldiniz? Ne savaşı? Kim savaşıyor? Yardım dağıtacak kimse mi kalmadı? Amaçlarının sadece zorluk çıkarmak, sindirmek ve korkutmak olduğunu az sonra fark ediyoruz. Bir yerler den yüksek mertebeli bir komutan çağırıyorlar. Bir odada kendisince “ön sorgulama” yapıyor. Devletin her şeyi bildiğini, olabilecekler konusunda korkutmamaya çalışıyormuş. Varsa bir şeyler yardımcı olacağını, hayatımı karartmamam gibi bir sürü “tavsiye” görünümlü tehditler yağdırıyor, taciz ediyor. Bunların hepsinin nedenleri muhalif kişiler olmamız dışında Gever’deki direnişe, dayanışmaya katılmamızdandır. Gever’in sesinin duyulması, vahşetinin görülmesi korkusu ağır basıyordu. Bir daha buralara gelmememiz gerektiğini hatırlatıyordu devlet. Ama biz inatla, direnişle Gever’in sesini duyuracağız. Gever’in sesine ses olacağız.
İstanbul’dan YDK’lı