HEDİYE AKSOY: Sorun fiziki olarak hayatta kalıp kalmamak değil; haksızlıklara, zulme karşı sessiz kalmaktır!
“Kanayan yara” olmayı sürdüren hapishaneler sorunu, F tipi hapishanelerde yaşanan ağır tecrit-izolasyon, keyfi ve uzun yılları kapsayan “disiplin cezaları” vd. uygulamaların yanı sıra özelde hasta tutsakların içinde bulundukları koşullar, genelde ise hapishanede yaşanan sağlık sorunlarıyla gündemdeki yerini koruyor. Ancak bu sorunun henüz geniş kesimlerin gündemine girdiği söylenemez. Bunda başka ülke gündemlerinin öne çıkmasının (ya da çıkarılmasının) payı olduğu kadar sorun özgülünde gösterilen duyarlılık yaratma çabalarının istenilen-beklenilen sonucu verememesi de oldukça büyük etken…
İçinden geçilen süreçte bu yönlü gösterilen çabalardan birini de hasta tutsakların durumuna dikkat çekmeyi nihai olarak da serbest bırakılmalarını sağlamaya dönük kampanya oluşturuyor. Bu kampanyanın merkezinde olan isimler arasında öne çıkanlardan biri de Hediye Aksoy.
Biz de Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi’ndeki ÖG okurları olarak kampanya sürecine katkı sunmak, okurlarımızın dikkatini-duyarlılığını bu soruna çekmek amacıyla Hediye Aksoy ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Aksoy bu söyleşide ağır sağlık sorunları olan bir siyasi tutsağın yaşadıklarını aktarırken, beraberinde de mücadele içindeki bir kadının, bir kadın siyasi tutsağın yaşadıklarını, bunun artı zorluklarını da anlattı. Ve de tüm bunlarla nasıl baş edilebileceğini!
– Hediye, hapishaneye giriş sürecini anlatabilir misin? Bu senin ilk hapishane sürecin değil aynı zamanda. İlkinden başlar mısın?
Hediye Aksoy: Öncelikle gazetenizin duyarlılığı için teşekkür ederim. Hoş geldiniz. İlk önce şunu belirteyim: Bu, benim tüm hapishaneler süreçlerim boyunca hapishanede verdiğim ikinci röportaj oluyor. İlk röportajı 1995 Aralık ayında, o dönem çıkarılan Demokrasi gazetesi için Sema Yüce yoldaş yapmıştı. Bu vesile ile 1998’de 21 Mart’ta bedenini ateşe vererek 8 Mart’ın ateşini 21 Mart’a taşıyan Sema Yüce’yi de anmak istiyorum. Bu benim için aynı zamanda bir dönüm noktasıydı. Zorluklarla mücadelede, karanlığı aşmada, özgürlüğe daha sıkı sarılmada, başarıya olan inançta bir dönüm noktası.
Ben ilk kez 1994’te tutuklandım. Bu dönem Kürt halkına dönük saldırı yöneliminin, operasyonların en yoğun olduğu, binlerce faili meçhulün yaşandığı, kayıpların, işkencede ölümlerin had safhada olduğu bir süreçti. Uzun bir gözaltı süreci yaşadım. Tam 14 gün. 18 yaşındaydım. Özgürlük yürüyüşüne çok erken başlamıştım. Bir patlamada gözlerimi kaybetmiştim. Bu sırada gözaltına alındım. Yani ağır yaralıydım. Gözaltında o dönem hemen herkesin yaşadıkların yaşadım. Filistin askısı da dahil, çeşitli fiziki işkenceler yapıldı. Ancak bunlara artı olarak yaralı halime dönük uygulamalar oldu. Mesela tedavi ettirilmediğim gibi yaralarıma işkence yapmak türü şeyler. Bu arada pişmanlık dayatması oldu. Ama onurlu olan neyse onu yaptım ve o halde hapishaneye geldim.
Gözaltı ve karanlıkla tanışma aynı anda geldi. Sürecin böylesi bir kendine has zorluğu oldu. Fiziki işkenceye irade gösterdim aynı zamanda karanlık gerçekliğini kabul etmekte zorlandım. Baş ve yüz yaraları yeni ve derindi. Kendi gerçeğimi henüz bilmiyordum. Neyin sonucu diye kendi kendime soruyor (patlamayı hatırlamıyordum) geçici bir durum diye düşünüyordum.
Sonra hiç savcılığa bile çıkarmadan Erzurum Hapishanesi’ne götürdüler. Savcılığa daha sonraki günlerde çıkarıldım. Erzincan DGM (şimdinin özel yetkili mahkemeleri) 11 ay gibi kısa bir sürede 12,5 yıl ceza verdi. Adil yargılama yoktu zaten. Sonrasında birçok cezaevi değiştirdim. Erzurum, Sakarya, Çanakkale ve Ümraniye’de kaldım. 2000 yılının Şubat ayında duyarlı kesimlerin ilgisi, çabası ve de yapılan başvurular sonucu şartlı tahliye edildim.
– Peki, bugüne kadar uzanan 2. tutuklanma sürecin ne zaman, nasıl başladı? Neyle itham edildin?
– Önce dışarıyı anlatayım. Sağlık sorunlarım nedeniyle çıkmıştım. Dışarıda hep sağlık sorunlarımla uğraştım. Daha dışarıdaki sürecin başında 4 ameliyat geçirdim. Bunlardan biri de ağır bir böbrek ameliyatıydı. Ama bir yandan sağlık sorunlarımla uğraşırken, mücadeleye de devam ettim. 2007 yılının Nisan ayında tedavi amaçlı İstanbul’a gelmiştim. 9 yaşındaki yeğenimle birlikte sokaktan gözaltına alındım. Gözaltında 4 gün kaldım. Canlı bomba olduğum iddia ediliyordu. Gözaltı süresinde esas olarak üzerinde durdukları örgütle ilişki sürdürüp sürdürmediğimdi. Onlara göre sürdürüyordum. Kandil’e gittiğim, silahlı eğitim aldığım öne sürülüyordu. Halbuki gözleri görmeyen biri nasıl Kandil’e gider de silah eğitimi yapar? İnandırıcılığı sıfır olan bu iddia bu ülkede yöneltilebiliyor işte.
Beni neden canlı bomba olmakla itham ettiklerini sordum, mantığını açıklamalarını istedim. Ben örgütün işine yaramadığım için örgüt benimle sesini duyuracakmış! Kamuoyu yaratacakmış!
“Binlerce üyesi olan bir örgüt neden benim gibi gözleri görmeyen biriyle yapsın bunu? Ters etki yapar bir kere” dedim. Halbuki bu tarz eylemleri yapanlara dair hazırlanan fezlekede tanımı yapılan özellikler bile benim özelliklerimin tam tersiydi. Ben hepsine karşı koyunca bu defa “sen örgütün militanısın, sen de mi ser verip sır vermeyeceksin” (İbrahim Kaypakkaya’ya gönderme yapıyorlar) dediler. Sonuçta tutuklandım ve siyasi bir karar olarak, eski sabıkaya da dayandırılarak 18,5 yıl hapis verdiler. Daha gözaltındayken tutuklanacağımı yaklaşımlarından hissetmiştim. Sağlık açısından yeni bir süreç başladı. Yeniden boğuşmak zorunda olduğum, farklı bir sürecin başlangıcı oldu.
– Bu 2. tutuklanmanda konulduğun ilk hapishane neresiydi? Bakırköy’e ne zaman geldin? Ayrıca sağlık sorunlarınla ilgili yaşadığın süreç nasıl gelişti?
– 2007’de gerçekleşen 2. tutuklanmamda Gebze Hapishanesi’ne götürüldüm. Orada 15 ay kaldım. Sonra tedavi imkanı nedeniyle buraya, Bakırköy’e geldim.
Böbrek sorunu, kansızlık ve başka sorunlar da vardı. Sürekli hastaneye gidip geliyordum. Bu arada bir de bağırsak ameliyatı çıktı ortaya. Kalın bağırsakta küçük tümörler vardı. Son 1 yıldır bu son sorunun teşhisi için hastaneye gittim-geldim. 3 kez biyopsi yapıldı. Bir türlü netleştirilemedi. Sonunda teşhis kondu. 2011 Şubat ayında ameliyat oldum.
– Biraz da hastaneye gidip gelişler, tedavi sırasında yaşanan-yaşadığın sorunlardan bahseder misin?
– Bunu sadece kendi adıma değil genel olarak tüm siyasi tutsaklar adına söylüyorum. Hastaneye gidiş-geliş, tedavi vb. meseleler, uygulamalar tamamen hukuksuz, baştan savma ve en kötüsü…
Bu politika aslında siyasi tutsaklara dönük olarak 1980’den beri var ve hiç değişmiyor. 1995’lerde de hastaneye gidip geliyordum. O zamanlar ne yaşıyorsam bugün yine aynısını yaşıyorum. Mesela 1997’den bir örnek vereyim: Mart ayıydı. Böbrek sorunundan dolayı İzmir Yeşilyurt Hastanesine ultrason sevkim vardı. Ultrason öncesi ilaç verildi. Sakarya’dan İzmir’e, hastaneye gitmem gerekirken, beni doğrudan Buca Hapishanesi’nin hücrelerine götürdüler. Çok kötü bir süreç yaşadım. Hastalığım ilerledi. Tedavi yaptırmadan da geri getirdiler.
Bugün de durum aynı, değişen bir şey yok. Bir günü örnek vereyim: Dün hastaneye gittim. Bir gün önceden yememem gereken şeyler söylendi. (Ultrason benzeri bir çekim için) Yola çıkarılmadan önce koğuşta ilaçlı bir su içmem gerekiyordu. Bunu ringde içmek zorunda kaldım.
Ringde benim dışında mahkemeye gidecek olanlar da vardı. Hastane yerine önce adliyeye gidildi. Akşama kadar böyle dolaştırıldım. Bir yanda ağır hastalar, bir yanda mahkemeye gidenler; hepsi aynı ringde! Akşama kadar havasız ringde, en doğal ihtiyaçların bile karşılanmadan… Tabii hastalık daha da boyutlanıyor. Ringlerde hijyen diye bir şey yok zaten. Aksine hapishanede yatanlara çifte standart uygulandığını düşünüyorum. Örneğin Silivri’de 3 tam teşekküllü ambulans olduğu söyleniyor. Oysa burada ağır hastalar mahkeme kapısında, mahkemesi olanları bekliyor…
Genel olarak siyasilere dönük bir uygulama. Benim gibi ağır hastalar için daha da kötü. Oysa bizim durumumuzda olan hastalara ambulans gerekiyor. Hani “işkenceye sıfır tolerans” deniyor ya… İşkence sadece elektrik, falaka vb. kaba fiziki işkence değil. En büyük işkence işte bu yavaş yavaş öldürme…
Tabii benim gibi onlarcası var hapishanede. Örneğin heval İsmet Ablak’ın hücresinde son nefesini verirken yaşadığı durum… Morga yakın bir yerde tutuyorlar. Yani ölmeden öldürme… Çok insan yaşıyor bunu. Yine Erzurum’da kalan heval Mehmet Aras. O da aynı hastalıktan hastanede. Ve daha çok sayıda arkadaş, aynı hastalıkla mücadele ediyor.
Elbette sorun fiziksel yaşayıp-yaşamama değil. 1999’da yazdığım bir mektupta da ifade ettim. Esas olarak korkacağımız şey, fiziki ölüm değil. Korktuğumuz şey, vicdanların ölmesidir. İnsanlar ölürken sessiz kalınması. Bu bizi ürkütüyor!
– Şu günlerde hapishanelerdeki hasta tutsakların özellikle de durumu ağır olanların koşullarına dikkat çekmek, kamuoyu oluşturmak ve bu doğrultuda da onların serbest bırakılmasını sağlamak için bir kampanya yürütülüyor. Sen bu kampanyada öne çıkan bir isim olarak kampanyayla ilgili ne söylemek istersin?
– Duyduğumda çok sevindim. Başından itibaren takip ediyorum. Ancak buruk bir sevinç olduğunu ifade etmek istiyorum. Yani gecikmeli oldu diyorum. Mesela benim son hastalığım öncesinde de sağlık sorunlarım vardı. Arkadaşlar sorardı “ne yapalım?” diye. Ben kızardım, “daha ağır olanlar var” derdim. Örneğin Sincan’da Abdülsamet Çelik var. Benim çok etkilendiğim, 85 yaşında amca var, Elazığ Cezaevi’ndeki Yusuf Kaplan… Demek istediğim çok önceden başlayabilirdi kampanya.
Sistem kolay kolay bir şey vermiyor. Bedel vere vere, mücadeleyle alıyoruz. Daha önce başlatılsaydı, belki birçokları dışarıda tedavi olabilirdi. Tabii ki başlamış olması olumlu. Önemli olan sürdürülmesi. Dışarıdakilerin içeriyi ve içerdekileri tanıması gerekiyor. Dışarı daha renkli, akışkan; ama bunun içinde kendini kaybetmemek gerekiyor.
– Sen ağır sağlık sorunları yaşayan bir siyasi tutsak olmanın yanı sıra, aynı zamanda mücadele içindeki bir kadınsın, bir kadın siyasi tutsaksın. Bu cepheden, neler söylemek istersin?
– Genel anlamda söylemek gerekirse, erkek egemen sistemde kadın olarak yaşamak zor. Fabrikada, köyde, şehirde yaşanan zorluklar zindan sürecinde daha da artıyor. Ama şu da bir gerçek ki, zorlukları başarmak da biz kadınların boynunun borcu. Yaşamak, ama önemli olan anlamlı bir yaşamı yaşamak…
Geriye, 1994’e gideceğim. O zaman daha 18 yaşındaydım. İşkenceciler gelip gidip diyorlardı ki, “Yazık değil mi? Gençsin, kör oldun. Seni kimse beğenmez.” Yani beni genel kadına bakış açısıyla rencide etmeye çalışıyorlar. Beğeni kriterini, “fiziksel güzelliğe” indirgeyip, sözde “zayıf halkayı” bulup beni bununla vurmaya çalışıyorlar. Halbuki bu tür yaklaşımlar iradeyi güçlendirip, duruşu sağlamlaştırıyor. Bu tür yaklaşımlarla sonraki süreçte de karşılaştım. Özellikle kadın kimliğine dönük yaklaşımlar, hakaretlerle yüzyüze kaldım. Kadın olmak artı bir zorluk getiriyor, ama iradeyi kırmayı başaramıyorlar.
Bunlar aslında çok zavallı yaklaşımlar… Bizim ideolojimiz kadının kendini yeniden yaratması ideolojisidir. Mesela Sema Yüce kendini küllerinden yeniden yaratan bir kadındır. Bu öz; yaratıcı, estetik, yurtsever, mücadeleci, örgütleyici bir özdür. Biz kadınlar açısından önemlidir. Benim esas aldığım nokta budur. Çocuk yaşımdan itibaren esas aldığım nokta bu oldu. İstediğim şeye tutunmak ve başarmak! Dışarıda da, içeride de böyle gelişti. Hiç pes etmedim. Ne karanlık ne başka bir şey beni pes ettirebildi. Tek renk denilen o karanlığa tutsak olmadım. İstemlerimi içimde, pratiğimde yaşattım. İstemlerimin arayışçısı oldum. Bugün var olan hastalığımda da teslim olmadım.
Sistemin kendi korkuları var. Kadına biçilen bir rol var. Sistem özgürleşen kadının iradesinden korkuyor. Erkek egemen zihniyetin parçalanmasından, bitişinden korkuyor. Bunun için de kadına yönelik çok yönlü bir baskı politikası sürdürüyor.
– Son olarak söylemek istediğin bir şey ya da iletmek istediğin bir mesaj var mı?
– Söylenebilecek çok şey var aslında. Bu röportaj, bunun ancak bir kısmını oluşturuyor. Bu söyleşi-röportaj için sizlere teşekkür ediyorum. Son olarak da şunları söylüyorum:
Ciddi sağlık sorunlarım var. Fiziki olarak dünyanın renklerini göremiyorum. Ancak göremesem de gözlerimle, dokunamasam da yaşamın bütün renklerine yüreğimle dokunuyor, yaşıyorum. Sağlık sorunlarım ciddi olsa da hiçbir zaman yaşamın o dokunaklı güzelliğinden vazgeçmedim. Yine mücadele edeceğim, tıpkı bugüne kadar zorluklarla mücadele ettiğim gibi.
Öncelikle kadınlara diyorum ki: Bütün kadınlar kendilerindeki mücadele gücünü görmeli, mücadele etmeli. Sesimizi duysunlar. Duydukça yüreklerimize dokunabilsinler. İnsan yüreğine dokunmak hayat kadar güzel, anlamlı…