Jesca’nın ardından…
2014’ün eylül aylarında, Sultangazi’de bir tekstil fabrikasında çalışan Ugandalı Jesca Nankabirwa’nın ölümünü okuduk haberlerde. Göçmen bir kadın olarak, çalışmak için geldiği Türkiye’de bir erkek tarafından pencereden atılarak katledilmiş; kendisinden haber alamayan arkadaşları tam bir hafta sonra Jesca’yı teşhis edebilmişlerdi. Jesca şahsında, her gün binlerce göçmen kadının maruz kaldığı ayrımcılığın, baskı ve sömürünün, cinsel ve fiziksel şiddetin karşında durmak, faillerden hesap sormak için bu davanın takipçisi olduk.
Dava süreci hepimiz açısından sancılı geçti. Karşımızda “soğukkanlı” bir katil ve davayı takip etmek istememize oldukça “tepkili” bir avukat profili vardı. İyi bir işbölümü yapılmıştı. Davayı takip eden avukatlar ve aktivistler olarak, özellikle aile tarafından her celse dozajı artan ve mahkeme heyetine yazılı başvurularda bulunmamıza rağmen, nedense bir türlü “önlem alınamayan” bir şiddetle karşı karşıya kaldık. Öyle ki bu şiddet gün geldi, davayı takip eden avukatların duruşma çıkışında fiziksel saldırıya uğramasına kadar uzandı. Her duruşma bizler için, şiddet tehdidi altında saatlerce mahsur kalma anlamına gelse de, davayı bırakmayı hiç düşünmedik. Çünkü biliyorduk, cezasız kalan her şiddet, yeni bir şiddeti doğuruyordu.
Sanık avukatlığı yapan Ahmet Şentürk’ün, cinayeti şaşılacak ölçüde içselleştirmesi ve davayı uzatmak için her yolu denemesi gerçek bir erkek dayanışması örneğiydi. Böylesine hiç rastlamamıştık. “Savunma” adı altında, davayı takip eden kadınlara yönelttiği küçümseyici ve aşağılayıcı söylemleri, yerini giderek yükselen ayrımcı ve saldırgan bir üsluba bıraktı. Jesca’nın “siyahlığı”, “boyu ve kilosu” mu kaldı tartışılan; ülkeye gelen göçmen kadınların “niyetlerinin ne olduğu” mu… Jesca’nın, sanık Enver Dursun’un evine “para karşılığı cinsel ilişki için” geldiği her celse dile getirildi. Doğru ya, bir kadın hayatını seks işçiliğiyle kazanıyorsa, bedelini canıyla ödemesi normaldi.
Sanığın her celsede değişen savunmalarına karşın, keşif ve ATK raporundaki bulgular, Jesca’nın ölümünün bir cinayet olduğuna işaret ediyordu. Jesca, öyle iddia edildiği gibi içki ya da uyuşturucu bir madde almamıştı. Toplanan deliller, tartışma sonrası polis çağırma tehdidinden korkarak camdan atladığını değil; satır ve bıçakla yaralandıktan sonra, yaşanan bir boğuşma sonucunda binadan atıldığını gösteriyordu.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde sürdürülen yargılamada 24 Mayıs 2016 günü karar verildi. Mahkeme, sanık Enver Dursun’un Jesca’yı kasten öldürdüğüne kanaat getirerek “müebbet hapis cezası”na hükmetti. Kararda kadın katilleri için bir can simidi haline gelen “haksız tahrik” indirimi, koşulları oluşmadığından uygulanmazken; mahkeme, suçu kabul etmemesine rağmen sanığın “suç işlemekten duyduğu pişmanlığı” (!) göz önünde bulundurup, “iyi hal” indirimine gitti ve cezayı 25 yıla indirdi. Mahkemenin ezberden verdiği bu ceza, yargının erkekliğini bir kez daha ortaya koysa da; sanığın “kasten öldürme” suçunu işlediğinin kabul edilmesi ve “haksız tahrik” indirimine gidilmemesi, kadınların iki yıla yakın süredir bu dava özelinde; bir bütün, yıllardır sokaklarda ve mahkeme salonlarında yürüttüğü mücadelenin bir sonucudur. Bugün bir göçmen kadın cinayeti daha kapanıp gitmediyse, bir kadın katili daha aramızda dolaşamıyorsa ısrarla yürüttüğümüz mücadelenin sonucudur. Vazgeçmeyeceğiz, çünkü kazanacağımız bir “hayat” var. (Bir YDK’lı)