Güncel

“Soykırım; ölenlerin sayısı değil, kalanların suskunluğudur”

Gizli bohçalarda saklanan haçlar… “En azından kıpırdat da, dua ettiğini zannetsinler” denilen dudaklar… Havler’in (Dicle Nehri’nin Elazığ’dan geçen gürül gürül akan bir kolu) yüzlerce Ermeni’yi yutmuş deli sularına bakan pencereler… Suskun evler… Suskun kadınlar… Suskun neneler ve konuşmaya başlayan torunları…

1915 kara yılında yaşanan soykırımın ardından tarihin kanlı sayfaları yeniden aralanıyor. Ama bu kez katledilenler üzerinden değil, geride kalanların suskunluğunu miras alanların anlatımları üzerinden…

İşte bu açıdan bir ilk olma özelliği taşıdığı söylenmesi gereken “Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı” bugün (2 Kasım) Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü’nde bulunan Albert Long Salonu’nda başladı.

Malatyalı Hayırsever Ermeniler Kültür ve Dayanışma Derneği (MalatyaHAYder)’nin önerisinin ardından Hrant Dink Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü ortaklığında düzenlenen konferans, 3 ve 4 Kasım tarihlerinde de devam edecek.

 

“ ‘Kılıç artıkları’nın fısıltıları…”

Konferansın ilk gününde açılış bölümünde ilk olarak Hrant Dink Vakfı Başkanı Rakel Dink söz aldı.

2005 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenmesi planlanan; ancak konferansa kısa bir süre kala dönemin Adalet Bakanı AKP’li Cemil Çiçek’in Meclis’te sarf ettiği “Bu konferans, Türk milletini arkadan hançerlemektir” sözleri ile hedef olarak gösterildiği için ertelenen ve Bilgi Üniversitesi’nde yapılmak zorunda kalınan Osmanlı Ermenileri Konferansı’nı hatırlatan Dink, “O günlerden bugünlere geldik. O gün, o konferansta aramızda olan sevdiklerimizin bazıları bugün aramızda değil” diyerek sözlerine başladı.

Hiç konuşulmayan, aralanmayan tarihin ağır sayfalarını açacağız” diyen Dink, “Aslını inkar eden haramzadedir” sözünün toplum tarafından sıkça tekrarlanmasına rağmen insanların neden asıllarını inkar etmek zorunda kaldıklarının bilinmek istenmediğini; hiç olmamış gibi yok sayıldığını vurgulayarak, “Ama artık mızrak çuvala sığmıyor” dedi.

Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler konusuyla yüzleşmenin, kendileri gibi “legal Ermeniler” açısından da önemli bir adım olduğunu düşündüğünü söyleyen Dink, “Diğer yanımızla yüzleşeceğiz” diyerek, bir daha kendilerine gerçek ismi ile seslenilmeyen “kılıç artığı” Ermenilerin fısıltılarını duyulur hale getirmeyi amaçladıklarını vurguladı.

(“Kılıç artığı” kavramı; ülkede 1915 soykırımının ardından gizli ve Müslümanlaştırılmış Ermeniler meselesi üzerine gazeteci-sosyolog Laurence Ritter ile fotoğrafçı Max Sivaslian’ın ortak hazırladığı kitaba ithafen dillendirilmiştir.)

 

“Fısıltılarla başlayan hikayeler gürül gürül aksın diye…”

Dink’ten sonra söz alan Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Gülay Barbarosoğlu, konferansın gerekliliğine, “Ülkemizde demokratik arayışların hızlandığı, kimlik mücadelelerinin gündeme geldiği bir zamanda, geçmişteki bazı deneyimlerin sakin ve bilimsel bir ortamda ele alınması, tartışılması ve değerlendirilmesi çok gerekli bir girişimdir” diyerek vurgu yaptı.

Çok uzun süredir bir tabu halinde, bir türlü konuşulamayan, bilinmesi pek istenmeyen ama içten içe kanayan bir yara hakkında çalışmalar yapmak üzee biraradayız” diyen MalatyaHayder Başkanı Hosrof Köletavitoğlu’nun ardından bu kez sözü Hrant Dink Vakfı ve Sabancı Üniversitesi’nden Ayşe Gül Altınay aldı.

Altınay’ın şu sözleri, belki de, konferansın atmosferini en iyi özetleyen giriş cümleleri olarak not edilmeli: “Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bu tarihi buluşma, yüz yıllık bir suskunluğun üzerine oturuyor. Bir yanımız o suskunluğun ağırlığıyla yorgun, hüzünlü, belki de öfkeli; bir yanımız ise bu suskunluğu yaratan duvarlarda oluşan çatlaklardan dolayı, bugün burada birarada olmaktan dolayı heyecanı ve umutlu.

Serdar Can’ın Nenemin Masalları isimli kitabı ile ilk olarak Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler üzerine bilgilerin açığa çıkmaya başladığını, ama kitabın çok az kişiye ulaşarak gündemde çok yer bulamadığını belirten Altınay; bu konunun tartışılmasının daha çok 2004’te AGOS’ta yayınlanan Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğu haberi ve ardından Fethiye Çetin’in Anneannem isimli kitabı ile gerçekleştiğini aktardı.

Bugün, üstümüzde asılı duran o haber ve Hrant’ın yokluğuyla buradayız” diyen Altınay, “Bu yüzyıllık suskunluğun ağırlığına, bir de bu acı yüklü yakın tarihin ağırlığı ekleniyor” diyerek Hrant Dink’in katledilmesi ve Ermenilere yönelik nefret saldırılarının sürdüğüne dikkat çekti.

Altınay, açılış bölümünü “Fısıltılarla başlayan bu hikayeler gürül gürül akan sularla, sayıları gittikçe artan anı, edebiyat ve araştırma yayınlarıyla, belgesellerle ifade bulmaya devam ediyor. Bu suların hepimize şifa vermesi, hepimizi beslemesi, iyileştirmesi, bizi birbirimizle ve kendimizden dahi sakladığımız hikayelerimizle buluşturması, kucaklaştırması, barıştırması dileğiyle” sonlandırdı.

 

“Bu nasıl bir suskunluk?”

Konferans, Av. Fethiye Çetin ve KAMER’in kurucusu Nebahat Akkoç’un katıldığı ve Hrant Dink Vakfı’ndan Sibel Asna’nın sunumunu yaptığı açılış sohbeti ile devam etti.

Asna’nın Çetin’e sorduğu “Bu 100 yıllık suskunluk, nasıl bir suskunluk?” sorusuna, Çetin’in anneannesinden anekdotlar aktararak verdiği yanıtlar, birçok katılımcıya duygulu anlar yaşatırken; “Soykırım, ölenlerin sayısı ile değil, kalanların suskunluğunun boyutuyla ortaya çıkar” gerçeği konferansa hâkim oldu.

Anneanesinin; kendi babaannesinin, soykırım sırasında götürüldükleri ölüm yolculuğunda iki torununu, Dicle’nin Elazığ’dan geçen asi kolu Havler’de nasıl boğduğuna ve ardından kendisini suya attığına şahit olduğunu aktaran Çetin; anneannesinin soykırımdan sonra yaşadığı evin penceresinin tam da Havler suyunu gördüğünü yıllar sonra fark ettiklerini söyledi.

Yıllarca Havler suyu kenarına pikniğe gitmek için nenelerine baskı yaptıklarını, nenelerinin her buradan geçişin de “Şu dağların, taşların bir dili olsa da…” dediğini, ama hep sustuğunu anlatan Çetin; kendisinin de 1980’lerde hapishanede direnirken, işkencelere rağmen bağıra bağıra Venceremos Marşı’nı okumalarına rağmen konu buralara geldiğinde fısıltıyla konuştuklarını söyledi.

Benzer bir soruya Akkoç da, nenesinin isminin kimlikte bile “Sona” olarak geçmesine rağmen kendilerinin bunu nüfus dairesinin bir yanlışı olarak baktıklarını ve nenelerine “Suna” dediklerini anlattı. Annesi, kendisini Sünni olarak lanse ederken Alevi bir dayısı olmasını hiç yadırgamadığını söyleyen Akkoç, “Biz tüm bunları normal görüyorduk. O kadar körleştirilmiştik ki, bunları hiç sorgulamıyorduk” diyerek suskunluğun nesilden nesile nasıl aktarıldığına dikkat çekti.

Bu sohbetin en dikkat çekici tartışması, “soykırımdan sonra kadınların neden sustuğuna” yönelik konuşmalarla yaşandı. Kadınların susmasına tek nedeninin korku olmadığını söyleyen Çetin, “Soykırımdan kurtulan ailemizin diğer üyelerine ulaştığımızda anneannemin annesinin hiç konuşmadığını öğrendik. Anneannemin annesi, belki de 2 çocuğunu burada bırakmış olmaktan ve sağ kalmaktan dolayı yaşadığı utançtan kaynaklı sustu” diyerek, başka bir noktaya dikkat çekti.

 

“Ermeniler tarih sayfasından silinip atılmış gibi…”

Çetin’in “Hep birlikte konuşarak iyileşebiliriz” sözleri ile sonlanan sohbetin ardından “Tarihin Yükü, Tanımlamanın Siyaseti” konulu 1. oturuma geçildi. Ayfer Bartu Candan’ın moderatörlük yaptığı oturumda ilk sözü, telekonferansla katılan Zeynep Yılmaz aldı.

Tarih yazımında 2 ayrı anlatımın olduğuna dikkat çeken Yılmaz; bunlardan ilkinin Osmanlı’nın ordusu aracılığıyla gaddar ve zalim uygulamalarla gayrimüslimlere din değiştirmenin dayatıldığı; diğerinin ise hoşgörü, hakkaniyet, İslam’a yakışır bir din değiştirme politikasının yürütüldüğüne dair anlatımlar olduğunu söyledi.

Osmanlı’da gizlenmek zorunda bırakılan inançlar üzerine çalışmalar yapan Yılmaz, “Bir kaçınılmazlık olarak, 1915’i 17. yüzyıldan başlatmamız gerekiyor” dedi. Buna gerekçe olarak bu yüzyılın, aslında Hıristiyan Ermeni olan Hemşinlilerin Osmanlı tarafından zorla Müslümanlaştırıldığı yüzyıl olmasını gösteren Yılmaz, “gerileme dönemine” giren Osmanlı İmparatorluğu’nun “zorla din değiştirme” politikasını; çoğunluk olan Müslüman nüfus üzerinden egemenlik alanını genişletme çabası olarak yorumladı.

Yılmaz; bu politikanın Osmanlı’da yalnız Ermenilere değil tüm azınlıklara yönelik gerçekleştirildiğini ve bunun Osmanlı’nın hakimiyeti için “gerekli bir uygulama” olarak görüldüğünü vurguladı. 1915 Soykırımı sonrasında da yaşananlar konusunda derin bir sessizlik olduğuna vurgu yapan Yılmaz, “Bu sessizliği, insanları tarih sayfasından silip atmak olarak görebiliriz” dedi.

Bu konferansın önemine dikkat çeken Yılmaz; bugün bu konuyu konuşmanın hem ahlaki bir yükümlülük hem adalet ihtiyacı hem de bir tarihçi olarak insanları yeniden tarih sayfalarına taşıma zorunluluğu gereği olduğunu vurguladı.

Yılmaz’ın ardından “Patrik Shnork’un Anadolu Ermenileri ve Bugünün Müslüman Ermenileri İçin Kullandığı Dörtlü Sınıflandırma” sunumu ile Avedis Hadjian söz aldı. Halep kökenli olan ve New York’ta yazar-editörlük yapan Hadjian, Shnork’un sınıflandırmasını şöyle özetledi:

– Gönüllü olarak İslam’a dönen Ermeniler

– Müslümanlığa soykırımdan 3-4 nesil önce dönen ve Kürt aşiretleri şeklinde yaşamaya başlayan Ermeniler (bu Ermeniler daha çok Erzurum Hınıs’ta yaşıyorlar.)

– Soykırımdan sonra zorla Müslümanlaştırılan ama sonradan hukuki mücadele yoluyla yeniden Ermeni kimliğine dönen Ermeniler

– Çok zor koşullara rağmen soykırım sırasında da Ermeni kalan Ermeniler

Shnork’un sınıflandırmaya dâhil etmediği bir kesimin daha olduğuna dikkat çeken Hadjian, o kesimin de bu konferansın toplanmasına neden olan Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler olduğuna dikkat çekti.

Türk toplumunun zorla Müslümanlaştırma politikası ile büyütüldüğüne dikkat çeken Hadjian, 1923-2005 yılları arasında Ermeniliğini bilen; hangi kimlik, inanç, yaşama tarzı dayatılırsa dayatılsın içinde Ermeniliğini sürdüren kesimlerin varlığına dikkat çekti. “Ancak ulus olmak irade gerektirir” diyen Hadjian, “Ermeni, çocuğu Ermeni olandır” diyerek, bu kesimin Ermeni kimliğine olan uzaklığına dikkat çekti.

Müslümanlaş(tırıl)an Ermenilerin ortak bir özelliği olduğunu aktaran Hadjian, “Bu insanlar genellikle evlatlık verilmişlerdir, -miş gibi davranırlar” dedi ve bu kesimi, deneyimlerini bireysel yaşadıkları için bir kategoriye sokmanın çok zor olduğuna dikkat çekti.

 

“Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilik bir kadınlık hali…”

1. oturumun son konuşmacısı Ayşe Gül Altınay’dı. Militarizm, milliyetçilik, cinsellik, kadına yönelik şiddet ve toplumsal hafıza üzerine çalışmalar yapan Altınay’ın sunumu, soykırım meselesine toplumsal cinsiyet tartışmaları ekseninde bir bakış açısı geliştiriyordu.

Soykırımdan kurtulanların sessizliğine değinen Altınay, “Nasıl olmuş da yaşananlar 90 yıldır fısıltı şeklinde sürebilmiş?” sorusuyla başladı sunumuna. Son 20 yıldır ülkede sorgulama sürecinin geliştiğinden söz eden Altınay, Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeni konusunun bir “kadın hali” olarak karşımıza çıktığına dikkat çekti ve “Neden kadınlar?” diye sordu.

Bu sorunun cevabını, 3 yerde arayabiliriz: İlki, 1915’te erkeklerin direkt katledilmesi olabilir. İkinci olarak; zorla Müslümanlaştırılsa dahi belli bir yaşa geldikten sonra diasporadaki akrabalarına daha rahat ulaştığı. Buna ‘seyahat etme özgürlüğü’ de diyebiliriz ama kadınlar açısından ne yazık ki bu geçerli olamadı” diyen Altınay, üçüncü olarak da daha acı bir gerçeğin var olduğuna dikkat çekti.

Konu ile ilgili hazırlanan anlatı, araştırma vb.’lerinin; “Nenemin Masalları”, “Anneannem” gibi hep kadın üzerinden olduğunu vurgulayan Altınay; bu durumun anne ve nenenin Ermeni olmasının daha az ciddiye alınıyor ve bu yüzden daha rahat dillendiriliyor olabileceğini söyledi.

Bu durum, soyun erkek üzerinden devam ettiği anlayışının bir sonucudur. Hep anne ve annenin akrabaları üzerinden yapılan bu anlatımlarda babaanne bile oldukça azdır” diyen Altınay; tarih anlatımlarının, araştırmalarının hâkim toplumsal cinsiyet anlayışıyla örüldüğünü ve hatta akademiye de bu zihniyetin yansıdığını söyledi.

Yıllarca yaşananların tek başlık altında, “soykırım” üzerinden incelendiğini söyleyen Altınay; konu ile ilgili değerli araştırmalarda dahi anlatımların kadın ve çocuğun, erkeğin malı-mülkü ile eşdeğer tutulduğuna ve erkek ya da devlet koruması olmadığında kadının “savunmasız” olarak adlandırıldığına dikkat çekti.

Toplumsal cinsiyet konulu bölümün ardından Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilere mevcut Ermeni toplumunun nasıl yaklaşması gerektiği üzerine çeşitli tartışmalara ihtiyaç olduğunu söyleyen Altınay, “Onlara ‘gizli Ermeniler’ mi diyeceğiz, yoksa ‘Hıristiyanlığa dönmelerini’ mi isteyeceğiz? Bu suskunluk kırılırken, torunları nasıl tanımlayacağız?” diye sordu.

 

“Nasıl tanımlayacağız?”

Müslümanlaş(tırıl)manın Uzak ve Yakın Tarihi” ve “1915’te Müslümanlaş(tırıl)ma: Tarih ve Tanıklık 1” isimli 2 oturumun daha gerçekleştiği konferansın ilk gününe; geçişkenliği ve renkliliği çağrıştıran “ebru” ve hiçbir kimliği sabit olarak verili almayan “queer” kavramlarının bu konuda tartışılabileceğini söyleyen Altınay’ın “nasıl tanımlayacağız” sorusunun damga vurduğunu söylemek çok yanlış olmayacaktır.

Sunumlar arasında konuşmacıların da söz aldığı salonda farklı görüşler açığa çıktı. Bunlardan ilki ve Ermeni gençliğinin de yakın olduğu anlayış; “Hıristiyan ya da Müslüman fark etmez, kendisini Ermeni olarak gören herkes Ermeni’dir. Bunu kategorilendirmenin çok bir faydası yoktur” şeklindeydi.

Ermeniliğin devletin de baskılaması sonucu cemaate dönüştüğü ve bu çemberi kırması, Müslüman Ermenilere ‘değiştirilmesi, dönüştürülmesi gereken kesimler’ olarak bakmaması gerektiği” yönlü görüşe yer yer destekleyip yer yer de karşı çıkan diğer bir görüş ise “Kendisini Ermeni olarak gören kesimler, Ermeni kültürünü, dilini öğrenebileceği bir eğitimden geçmelidir” oldu.

 

Konferans 3 ve 4 Kasım’da da sürecek. (Kaynak: www.ozgurgelecek.net)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu