Tavizsiz ve sınırsız direnişle 25 Kasımʼa!
Dominik Cumhuriyeti’nde 25 Kasım 1960 tarihinde bir uçurumun kenarında üç kadının cesedi bulunduğunda o günden bugüne ulaşan “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslar arası Mücadele Günü”nün kapıları açılmış oldu.
Erkek egemen sistemle beraber kadının yaşamın her alanında ikincil plana bilinçli olarak atılması, bunun yöntemi olarak başta şiddetin kullanılması 25 Kasım’ın önemini ortaya koyarken bu tarihin bir mücadele günü olarak ele alınması, 1981 yılında Kolombiya’nın Bogoto şehrinde Latin Amerikalı ve Karaipli Kadınlar Kongresi’nin toplanıp 25 Kasım tarihinin üç kadının yani Mirabel kardeşlerin anısına “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslar arası Mücadele Günü” olarak ilan edilmesiyle oldu.
Peki kimdir Mirabel Kardeşler?
Üç kadın Dominik Cumhuriyeti’nde Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele eden Clandestina hareketinin kurucuları ve kadrolarıydı. Ülkelerinde siyasal özgürlük için faaliyet yürüten Mirabel Kardeşler, Latin Amerika’daki diktatör Rafael Leonidas Trujillo’ya meydan okumaları nedeniyle defalarca hapishanelerde tutsak edildiler, çok kez işkenceye maruz kaldılar.
“Belki de bize en yakın şey ölüm; fakat bu beni korkutmuyor, haklı olan her şey için savaşmaya devam edeceğiz” diyen Maria Teresa Mirabel, “Bunca acıyla dolu ülkemiz için yapılacak her şeyi yapmak bir mutluluk kaynağı; kollarını kavuşturup oturmak ise çok üzücü” diyen Minerva Argentina Mirabel ve “Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız. Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım; gerekirse hayatımı da” diyen Patria Mercedes Mirabel, 25 Kasım 1960’ta katledilmeden önce hapishanedeki eşlerini ziyaret etmek için giderken arabadan zorla indirildiklerinde diktatörlük tarafından kesilen ceza belliydi:
Ölüm!
Katledilmeden önce kadın kimlikleri elbette es geçilmedi! Tecavüze maruz kalarak katledilen Mirabel Kardeşler ile diktatörlük ve elbette ki onunla beraber sistem kadına vurduğu “namus” prangasının da işlevini somutladı. Sistemin hapsettiği dört duvar arasından çıkmak için mücadele eden kadınlara özellikle cinsel şiddeti kullandığı bilinirken bunun alt yapısını ise “namus” kavramını hazırlamış; kadının özgürleşme mücadelesinin önünü tıkamak için de sıklıkla özellikle cinsel şiddete başvurmuştur.
“Namus” ağırlığı altında kadının ezilenin ezileni olma halini perçinleyen erkek egemen sistemin Mirabel Kardeşleri katletmeden önce cinsel şiddeti kullanması bu nedenle tesadüfi değildir. Bu anlamda kadına yönelik şiddetin bir temsili olan Mirabel Kardeşler nezdinde bütün şiddete uğrayan, katledilen kadınların hesabını sormak için 25 Kasım’da alanlarda olmak önemliyken 2013 25 Kasım’ından bugüne son bir yılda TC’nin kadına şiddet ve kadın katliamlarını incelemek de faydalı olacaktır.
Devlet her yolu kadın katliamına çıkarıyor!
2014’ün ilk 10 ayında 235 kadının öldürüldüğü; 88 kadın ve kız çocuğuna tecavüz edildiği; 499 kadına şiddet uygulandığı; 95 kadın ve kız çocuğuna cinsel tacizde bulunulduğu TC(avüz) devletinde, sırf bu haliyle bile ürkütücü olan bunların resmi rakamlar olduğu ve resmi rakamların dışında daha nice ölüm, şiddet olayının gerçekleştiği ortadayken geçtiğimiz yılın 25 Kasım’ından beri kadın katliamının ara vermeksizin devam ettiği ortada.
Çoğu boşanmak istediği için öldürülen kadınların büyük bir kısmı ise intihara sürüklendi, kimi zaman ise “kıskançlık” ve “bir anlık cinnete” kurban olurken bakanların ve burjuva medyanın yaptığı kadına yönelik şiddeti meşrulaştıran açıklamalara kısaca göz atmakla bile kadın katliamının yolunun devlet tarafından nasıl açıldığı; devletin erkek egemen sistemin bakiliğini söylemleriyle bile nasıl koruduğunu bir kez daha görüyoruz.
4 Temmuz 2014 tarihinde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam’ın “Koruma altında öldürülen kadın yok” açıklamalarına karşılık eşi tarafından boşanmak istediği için sürekli tehdit altında bulunan Dicle’nin koruma talep etmesi ve talebinin ciddiye alınmamasının birkaç saat sonrasında saldırıya uğraması; Hanime Aslan’ın 11 Mart’ta korumasıyla beraber Çağlayan Adliyesi’nde öldürülmesi ve daha birçok örnek karşımıza çıkıyor.
Kadın katliamına hizmet eden, hatta bu anlayışı şekillendiren devletin diğer bir söylemini ise 28 Ekim 2014 tarihinde başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın yaptığı “Kahkaha atan kadın iffetsizdir” ifadesi oluşturuyor. Kadının eteğinden kahkahasına, doğuracağı çocuk sayısına karışan, kahkaha atan kadını bir nevi hedef gösteren ve uygulayacağı-uygulatacağı şiddeti bu şekilde meşrulaştıran devlet, erkek adaletiyle de mahkemelerde “haksız tahrik indirimi”nin önünü açıyor; böylece katilleri de korumayı ihmal etmiyor. TV’lerde katiller çıkartılarak aklanmaya çalışılıyor, şiddete maruz kalan kadınların ise “namus”ları sorgulanıyor; “O saatte evli kadının dışarıda ne işi vardı?” denilerek kendi katlinden yine kadın sorumlu tutuluyor.
“Tam iffetli olacağız, bir gülme geliyor”
Bakanların bu tür söylemlerine karşı kadın örgütlerinin birleşerek çeşitli eylemler yaptığı ve kadın özgürlük mücadelesinin koşar adımlarla ilerlediği 2014 yılında, kadınların Bülent Arınç’a verdiği “Tam iffetli olacağız, bir gülme geliyor” cevabından Ayşenur İslam’ın söylemine karşı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı işgaline kadar kadına şiddete ve kadın katliamına karşı eylem pratikleri sürerken bunun bir ayağını ise kadın davalarının takibi oluşturuyor.
Şiddete maruz kalan kadınların yaşadıklarının hesabını sormak için dava açması ve bu sürece kadın örgütlerinin de dahil olup duruşmaların takipçisi olması kadın dayanışmasını güçlendiriyor; aynı şekilde kadın cinayetlerinin de peşinin bırakılmaması, her duruşma günü adliyede bir araya gelmek bu dayanışmaya katkı sağlıyor.
Bu mahkemeler kadın dayanışmasını güçlendirmesiyle önemli noktada dururken diğer yanıyla da TC’nin “erkek adalet”ini teşhir etmek açısından da değerlendirilmelidir. Erkek egemen anlayışla bütünleşmiş olan devletin tam da katleden-şiddetin türlü hallerine maruz bırakan politikalarıyla kadınların ikincil halini korumaya çalışması nedeniyle mahkemeleri de buna göre şekillenmiştir- şekillenecektir.
Elbette ki devletin bu mahkemelerinden gerçek adalet namına bir şey beklemek hayal olacaktır! Ancak kadın örgütlerinin birlikte hareket ederek sürece ilişkin baskın rolünün olması mahkemelerin halini ortaya koyarken diğer yanıyla da karar aşamasına da etki etmesini sağlıyor. “Haksız tahrik indirimi” gibi erkek egemen anlayışı kollayan yasaları açığa çıkaran, açığa çıkarmasının yanı sıra uygulanmasını da kimi zaman engelleyen bu dava takipleri, kadın cinayetlerinin ve kadına şiddetin de gündemleşmesini sağlıyor.
Mirabel Kardeşler’den Arin’e, Reyhaneh’e, Kader’e…
Kadın dayanışmasıyla beraber kadın özgürlük mücadelesi büyürken Ortadoğu’da IŞİD’e karşı verilen onurlu direnişte kadınların rolü ile birlikte özgürlüğe giden adımlar sağlamlaşıyor; yüzyıllardır eve mahkum edilen kadınlar savaşarak kendilerine ataerki tarafından yüklenen misyonu reddediyor. Hem kadına yönelik politikalar nedeniyle mağduriyet anlamında savaşın öznesi olan kadınlar hem de bu politikalara karşı gösterdikleri direnişle bu özneliği tersi anlamda sürdürüyorlar.
Arin Mirkan’da vücut bulan kadınların sınırsız direnişi, kadının kendi “alınyazısı”na mahkum olmayışının somutlanışı oluyor; YPJ ile kadının kendi kimliğini tanıması, kendine-gücüne yabancılığını yıkıp atması gerçekleşiyor.
Diğer yandan İran’da kendisine tecavüz edeni öldürdüğü için 7 yıllık tutsaklığının ardından idam edilen Reyhaneh Jabbari’nin bir özür dilemesiyle “hayatının bağışlayacağını” söyleyenlere karşı verdiği tavizsiz direniş, ataerkil zihniyetin köhnemişliğini teşhir ederken bir kez daha Jabbari şahsında kadının gücüne tanık oluyoruz.
Sonuç olarak Mirabel Kardeşler’den Arin’e, Reyhaneh’e, Kader’e kadınların özgürlük mücadelesi devam ederken kadın dayanışmasının önemi bir kez daha kendini ortaya koyuyor; 25 Kasım’lar sınırsız ve tavizsiz direnişlerle anlam buluyor.