(Video) Kadınları isyana teşvik ediyoruz!
Cinsel şiddet; kadına yönelik şiddetin türleri arasında belki de en az konuşulanı olmuştur her daim. Uğradığımız cinsel saldırıları yok saymış, görmezlikten-duymazlıktan-bilmezlikten gelmiş, herkesin kör-sağır-dilsiz kalmasını kanıksamışızdır.
“Kadın evinde otursun” denilerek kapatıldığımız o “güven dolu” dört duvar arasında içimizde gizli çığlıklar bırakmıştır bir erkeğin elleri… İstemediğimiz cinsel ilişkilere, “kadının görevi” denilip zorlandığımıza o hiçleşme duygusunu bastırmak için kaç çığlığı yutmuşuzdur da; “kan kusup, kızılcık şerbeti içtim” demişizdir.
Bir babanın, abinin veyahut o çok “güvenilir” aile kurumunun bir başka erkeğinin tekinsiz bakışlarını, dokunuşlarını, cinsel saldırısını bir yara olarak saklamışızdır senelerce içimizde.
Ya da sokağa her çıkışımızda üzerimize ağırlık yapan erkek bakışlarından kendimizi kirlenmiş, suçlu hissederek dönmüşüzdür evimize. Eteğimizin boyu mu kısa, pantolonum çok mu dar, gömleğimin düğmesi mi açılmış vb. vb. vb. onlarca soruya çaktırmadan kendimizi kontrol ederek cevap bulmaya çalışmışızdır. Bindiğimiz otobüste uğradığımız tacizi, olmadığını varsayarak kaç kez kendimize “yanlış anladım herhalde” demişizdir.
Ve kaç kadının öyküsünü dinlemişiz de elimizden bir şey gelemeyeceğini düşünüp, çaresizce içimizi çekip kadere sığınmışızdır. Kendimizi kaç kere susmuş, susturulmuş, yalnızlaşmış, hırçınlaşmış ve bir köşeye sıkışmış halde bulmuşuzdur. Dillerimiz ayrı olsa da içimizde hep aynı çığlık yankılanmıştır kim bilir kaç kere! Artık yeter! Êdî bese! Endi beso! Ya basta! vb! vb!
Ardında kırık bir onur, yarım kalmış düşler, sonsuz utanç duygusu ve yoğun bir “kirletilmişlik” hissi bırakan taciz, tecavüz, istismar gibi cinsel saldırıların isimlerini kullanmak bile ağır gelirken; bu yaşanmışlıklara isyanımızı örgütleyerek alanlara çıkma zamanı geldiğini haykırıyoruz.
Diyorlar ki; “Erkek düzenin cehenneminde rızanızla, ses çıkarmadan yanın! Eğer boyun eğmezseniz size yapacağımızı biliriz!” Yani her koşulda bize cehennemin yolunu gösteriyorlar.
“3-5 çocuk yapın” diye “tavsiyelerde” bulunuyor, kürtajı yasaklıyor, “çocuk teşviki” ile kadını çalışma yaşamının dışına itmeye ve eve bağlamaya çalışıyor, yarı-zamanlı esnek çalışmayı kadın için allayıp pulluyor ve cehennemin yolunu “iyi niyet taşları” ile döşüyorlar. Diğer yandan tecavüzcüleri, tacizcileri koruyup kolluyor; polisi, askeri, jandarması, gardiyanı, karakolu, adliyesi, hapishanesi ile taciz ve tecavüzü yeniden ve yeniden üretiyorlar.
Cinsel işkence bir politika!
Erkek egemen devletin, erkek egemen militarist örgütlenmelerinin; örgütlenen, kendi yaşamı için kendisi karar alma cesareti gösteren politik kadınlara yönelik yaklaşımı hep bu anlayış üzerinden oldu. Filistin askısı, elektro-şok gibi işkencelerin yanı sıra cinsel işkence de on yıllar boyu kadınlara uygulanan işkence yöntemi oldu. Ama söz konusu politik kadınlar da olsa cinsel işkencenin dillendirilmesi ilk başlarda kolay olmadı.
12 Eylül Askeri Faşist Cuntası’nın belki de en az konuşulan yönü oldu cinsel işkenceler… Diyarbakır 5 No’lu Zindan’da uğranılan tecavüzler, tacizler hep o dört duvarın ardında sessiz bir çığlık olarak yankılandı durdu kadınların kulaklarında ama bilinmedi, anlatılmadı…
Özellikle sonrasında intihara neden olan bu cinsel saldırılar hiç hesaba katılmadı.
90’lı yıllarda Kürt kadınları, bir savaş politikası kapsamında toplu tecavüzlere uğradı, cinsel taciz ve tecavüz tehditleri ile hayatları karartılmaya ve korkuya mahkum edilmeye çalışıldı, fuhuşa sürüklendi. Mücadele eden kadınlar da; eşi, kardeşi, babası vd. akrabaları mücadele içinde olan kadınlar da devletin bu sistematik işkencesinin bir parçası olarak cinsel işkence ve saldırı ile yüzleşti.
Ş.A, N.Ç, G.G vb… Binlerce kadın ve çocuk 2 harfe mahkum bırakılarak, cinsel işkence cenderesinde “Kürt halkının namusu kirletilmeye” çalışıldı! Çünkü devlet de, onun sözcülüğünü yaptığı sistem de, toplum da “kadının erkeğin namusu” olduğu algısını taşıyor ve yaratıyordu. Kadınlar babalarının, eşlerinin, kardeşlerinin; yani erkeklerin “yüzünü yere eğdirmemek” için uğradıkları saldırıları içlerine gömüyor ve sonsuz bir suskunlukta kendi acılarıyla yalnızlığa mahkum ediliyorlardı.
Ama kadınlar susmadılar. Konuştular. Anlattılar. Devlet susturmaya çalıştı ama başaramadı. Kadınlara bu işkenceyi yaşatan asker, polis, jandarma, korucular yargılanmadı ama kadınlar mücadeleye devam ettiler. Susmayan ve anlatan kadınların cesareti sayesinde cinsel saldırılarda gözle görülür bir azalış yaşandı.
Elbette kadın ve çocuk hapishanelerinde cinsel işkence bir politika olarak uygulanmaya ve politik kadınlar tehdit altında tutulmaya devam edildi. Hele ki örgütlü olmayan kadınlara yönelik devlet dairelerinde, bizzat devlet görevlilerince uygulanan ve kadınların korktuğu için sessiz kaldığı sayısız cinsel saldırıları yok saymıyoruz.
Şimdiye kadar anlattıklarımız belki tarih olarak “uzak dönem” olarak düşünülebilir. 12 Eylül AFC’si geçmişteki karanlık bir dönem, 90’larda ve 2000’in başlarında Kürt ve devrimci kadınlara yönelik cinsel işkence geçmiş dönemin acımasız bir politikası olarak geride kalmış ve sonlanmış gibi gelebilir. Ya da bu cinsel saldırılardan Kürt ve devrimci kadınlara yapıldığı için hiç haberdar da olmamış olabiliriz.
Ancak 27 Mayıs’ta Taksim’deki rant ve talan projesine karşı başlayan ve kadınların en önde yer aldığı bir ayaklanmaya dönüşen Gezi İsyanı sürecinde hep birlikte gördük ki, devlet hala “akıllanmamış” ve hala ayaklanmaya katılan kadınlardan intikamını kadın bedenine yönelik saldırı ve tehditlerle almaya çalışıyor.
Zaten devlete 11 yıldır hükümet eden AKP; bir süredir kürtaj ve “3-5 çocuk” uygulamaları, kadın cinayetleri davalarında kadın katillerine “şiddetli elem içerisinde cinayet işlediği” gibi gerekçelerle ceza indirimleri, içlerinde asker ve devlet görevlilerinin de bulunduğu onlarca tecavüzcüyü serbest bırakıp dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e sitem dolu bir mektup yazan 13 yaşında istismara uğrayan N.Ç’ye dava açması ve çocukta “rıza” araması, “zengin ve şımarık patron ve oğlu” tarafından vahşice öldürülen Münevver’in ailesi için “kızına sahip çıksaymış” demesi, hamile kadınları “estetik bulmaması”, sunucu Gözde Kansu’nun kıyafetini beğenmediği için işten attırması ve şimdi burada listeyi daha fazla uzatmamak için vermediğimiz uygulamaları ile kadın düşmanlığını defalarca kanıtlamıştı.
Ancak Gezi İsyanı sırasında bir bütün bu faşist düzene isyan edenlere karşı terör uygulayan devlet, kadınların ve LGBT bireylerin bu isyanın önünde ve militanca yer almalarından oldukça rahatsız olmuştu. On binlerce insanı resmi ve gayri resmi biçimlerde işkence ile gözaltına alan devlet, kadınlara ise “pozitif ayrımcılık” uygulamış ve kadına tüm bunların yanı sıra cinsel işkence de yapmıştır.
Kürt illerinde kulakların işitmediğini, gözlerin görmediğini, dillerin söylemediğini, söylense de görmezlikten gelineni; bu kez Gezi İsyancısı kadınlar haykırdı. 20 Haziran günü İzmir’de direniş çadırında gözaltına alınarak tutuklanan YDK’lı Elif Kaya hem Şakran Hapishanesi girişinde hem de hapishanede görüşe giderken uğradığı tacizlere sessiz kalmadı ve Gezi İsyancısı kadınlar da bu sese kulağını tıkamadı ve sokaklara döküldü.
Ankara’da gözaltına alınan Eylem Karadağ, taciz edilerek gözaltına alınmış ve taciz konulduğu akrep içinde sürdüğünde; bunu yapan devletin polisi Eylem’in susacağını zannetti. Ama Eylem “taciz var” dedi ve mücadele çağrısı yaptı. Eylem’in bu sesine yine Ankara’da gözaltına alınırken “Bizim işimiz bu” diyen ve pis pis sırıtan işkenceci polisin tacize uğrayan Ezgi Özen’den yanıt geldi. Uğradığı taciz karşısında susmayan ve tacizi anlatan Ezgi’ye kadınlar sokağa çıkarak karşılık verdi.
Elbette bu süreçte devletin polisinin tacizine uğrayıp da bunu dile getiremeyen kadınlar da oldu. Kadınların eylemindeki sloganlara yürekten eşlik eden bu kadınların öyküleri ile zamanla açığa çıktı. Geçtiğimiz haftalarda Pınar isimli bir kadının gözaltına alındığı otobüs’te “Süleyman” isimli bir polis tarafından taciz edildiği ve tecavüz tehdidi aldığı yansımıştı kamuoyuna…
Görünen o ki, tacize, tecavüze, cinsel işkence ve saldırı tehditlerine karşı mücadele esasta bizim omuzlarımızda. Karanlık bir otobüste bir otobüs dolusu insana rağmen bize bu tehdidi yapabilecek derecede “kendine güveni” olan devlete inat, insanca ve de kadınca yaşamak için tek yolumuz bu!
“Biz karakolları tanıyoruz!”
Erkek egemenliğinin devlet eliyle gerçekleşen cinsel saldırıları; artık eskisi gibi yaşamak istemeyen, eve dönmeyeceğini haykıran, eve dönse de bir kulağı dışarıdaki ayaklanma sesine kabartan milyonlarca kadının gözünü korkutmak için devam edecek.
Keza Gezi İsyanı’nın önemli merkezlerinden olan İstanbul-Gülsuyu ve Ankara-Tuzluçayır’da kurulan karakolların-polis yığınağının misyonlarından birinin de bu olduğu açıktır.
Alevilere yönelik asimilasyonun yeni bir versiyonu olan cami-cemevi projesinin ilk adımının atıldığı ve halkın öfkesini çekerek, günler süren çatışmalara neden olan Tuzluçayır’daki inşaatın başında 24 saat bekleyen polisin liseli genç kadınlara ve çocuklara yönelik yaşanan ve yaşanması muhtemel tacizlerin bir politika olarak hayata geçirildiği açıktır.
Yine Gülsuyu’nda çeteleşmeye karşı başlayan direnişin ardından mahallede kurulması planlanan karakolun kadınlar açısından bir taciz/tecavüz merkezi olacağı açıktır.
Çünkü biz karakolları; Gezi direnişçisi Ahmet Atakan’ın polis tarafından gaz bombasıyla öldürülmesinin ardından Kadıköy’de yapılan eylemde gözaltına alınan kadınların Kadıköy İskele Karakolu’nda uğradığı tacizlerden tanırız.
Biz karakolları; bundan 1 yıl önce, Reyhan Topal’ın Kağıthane Asayiş Büro Amirliği’nde devletin polisi tarafından uğradığı tecavüzden tanırız. Biz karakolları Topal’ın biri emekli üç polis tecavüz uğradığı sırada, kimsenin onları “görmemesinden”, “duymamasından” tanırız! Tecavüz sırasında karakol kameralarının “çalışmamasından” tanırız! Karakol doktorunun tecavüze “sağlam” raporu vermesinden tanırız!
Biz karakolları Ayşe Paşalı’yı, katili olacak kocasının kollarına teslim etmesinden, eşi ve eşinin kardeşi tarafından şiddete uğrayan Yosma A.’nın bir de karakol komutanından yediği yumruktan tanırız. Yani kısaca biz karakolları da, Savcılıkları da, mahkemeleri de, devleti de kadın düşmanlığıyla tanır ve biliriz.
Bu yüzden de Gezi İsyanı’ndan aldığımız deneyimi büyütüp, erkek devletin cinsel saldırganlığına karşı insanca ve de kadınca yaşamanın mücadelesinde, kadın dayanışmasını büyütmek için bu 25 Kasım’da alanlarda buluşalım! Bizi de yargılayacaklarsa da varsın “kadını isyana teşvik”ten yargılasınlar. Suç da olsa en azından devletin resmi belgelerinde kadın da “adamdan sayılır” ve kadın kelimesi kendine bir yer açar.
Ne dersiniz!
Bu teşvike var mısınız?
Yeni Demokrat Kadın